Martin Heidegger
28 Mayıs 2017 Pazar
Bir Gölgenin Ağacı

Bir ağaç...
Bizim Deli Kemal'in ağacı.
Bizim Deli Kemal'in ağacı.
ki gölgesi yüreğimde
Bayrağı olmuş yapraklar
arsız
rüzgârın…
Kaç insanı eskittiğini bilmeden.
Eyninde kaç soluk aldı zaman,
bilmeden…
Güneşe açmış kollarını...
Şu bulutu da geçtiğinde değecek elleri
Tanrı'ya.
az kaldı...
Çoktandır yağmur okşamamıştı tenini.
Önce bunu hatırladı.
Gölgesine hapsolmuş bedenine baktı.
Baktı ve sustu...
Şiirini yalnızlık ve gece emzirmişti.
Bunu da hatırladı.
Nâzım'ı da unutmamıştı.
Saldı köklerini yaşama daha bir inatla...
az kaldı...
Çoktandır yağmur okşamamıştı tenini.
Önce bunu hatırladı.
Gölgesine hapsolmuş bedenine baktı.
Baktı ve sustu...
Şiirini yalnızlık ve gece emzirmişti.
Bunu da hatırladı.
Nâzım'ı da unutmamıştı.
Saldı köklerini yaşama daha bir inatla...
Ne çok şey biriktirmişti bunca yıldır
dilinden anlayabilene..
O,
Geniş zaman yalnızlığı ve şimdiki
zamanının suskunluğu…
Ve ancak bir nokta bitirebilir şiirini hiç başlamadan.
Ve ancak bir nokta bitirebilir şiirini hiç başlamadan.
CİVAN ARYA
MAYIS-2017
ANTALYA
26 Mayıs 2017 Cuma
Rahatı Kaçan Ağaç
Tanıdığım bir ağaç var
Etlik bağlarına yakın
Saadetin adını bile duymamış
Tanrının işine bakın.
Geceyi gündüzü biliyor
Dört mevsimi, rüzgarı, karı
Ay ışığına bayılıyor
Ama kötülemiyor karanlığı.
Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredin.
Melih Cevdet Anday
25 Mayıs 2017 Perşembe
Gri Bir Kedi, Gece ve Yalnızlık

Başını
öne eğmiş, kaldırımdaki çizgilere basmadan yürüyebilmek için çok çaba
sarf ediyordu. Hatta az önce bunlardan birine basmak üzereydi ki göğün gürültüsüyle kendine geldi ve bu yanlıştan kurtulabildi. Gürültü, sadece bununla da
yetinmeyip ağzındaki ıslığın yerine gündelik yaşamın endişe taşıyan
kelimelerini de sıkıştırdı. Eğer bunu söylemeye mecali olsaydı o gün ne denli yorgun
olduğunu da duyabilirdik kendisinden. Yürümeye devam etti. İkinci gürleme daha da
şiddetliydi. Bunun üzerine başını kaldırıp göğe baktı. Kara kara bulutları
çoktan ardında bırakmış bir yağmur damlası, tam da burnunun ucuna kondu. Biraz
sonra yüzünde oluşacak olan gülümseyişin sebebi de buydu.
Bin beş yüz iki kaldırım taşını ardında bıraktıktan sonra
evine varabilmişti nihayet. Bu arada hava biraz soğumuş ve fırtına başlamıştı. Nicedir havasız kalan odaya girince perdeyi çekti, pencereyi açtı ve dibindeki koltuğa bıraktı kendisini. Sanki günün yorgunluğu yetmiyormuş gibi her gün bu
yolu yürüyordu bir de. Dinlendi biraz, bir şeyler atıştırdı sonra. Masanın üzerindeki
faturalara ayın ilk gününe gebe takvim de eklenince sıkıldı canı. Elektrikler de kesileli bir hafta olmuştu.Yatağına girip üzerine battaniyeyi çekti. Pencereden dalgaları izledi bir müddet. (Şu martılar ne
inatçı şey arkadaş. Bari bu havada kesin uçmayı. Gerçi martı onlar. Başka ne bekleyebilirim ki?..) Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra komidinin
üzerinde (yaklaşık bir ay olmuştur) kendisini yirmi ikinci sayfada bekleyen
hikâyeyi okumaya koyuldu. Bir iki sayfadan sonra sıkılıp bıraktı. Birkaç yudum daha aldı kahvesinden. Biraz soğumuştu ama... Buğulanmış camı koluyla sildi. Uzun uzun dışarıdaki yağmuru izledi. Konuşmak istediyse de
kendisinden başka kimse yoktu burada. Vakit akşam olmuş ve cama bulaşmış mavi beyaz lekenin yanına ahengini akşamdan alan yansıması da eklenmişti.Onu fark etti birden. Şimdi iki kişi olmuşlardı. İlkin garipsedi. Birkaç bakış attı. Şimdi hiç kıpırdamıyor ve öylece bakıp duruyorlardı birbirlerine.
Kendine geldiğinde dışarı bakmayı da bıraktı. Rehbere sarıldı hemen. Arayabileceği birkaç kişi vardı. Müsait miydiler
acaba? Olsun, denemeye değerdi. Birkaçını aradıktan sonra değmediğini anlayacaktı. Kimisi
hastaydı, kimisi iş nedeniyle şehir dışındaydı kimisi de aramaya cevap bile vermedi. Ahizeyi hüzünlü bir tonda bıraktı yerine. Gitmiş miydi acaba? Dönüp baktı. Hayır,
yine aynı yerindeydi ve bakmaya devam ediyordu. Bir an
çıldıracağından korktu.
Kalemi alıp bir şeyler karalamak geçti içinden. Öyle de yaptı.
Nicedir yarım kalan şiirlerine göz attı. İlham denen şey, genellikle yağmurlu
havalarda buluyordu kendisini. Ne yapıp ettiyse de tek bir harf bile yazdıramadı kalemine bu defa. Dikkati dağılmıştı bir kere. Sönmekte olan mumu yenisiyle değiştirdi. Duvardaki
Haydarpaşa Garı tablosuna, oradaki balıkçı teknelerine, iskeleye baktı uzun
uzun. Dışarıdakiler yetmiyormuş gibi tablonun içinde de yerini çoktan almıştı
martı efendiler. Bir ara şöyle bir gidip geldiler. Odanın ortasında sesleri
yankılanıp durdu. Ah… Bir rahat bırakmadılar gitti. Mumun ışığı, tablonun
hepsini aydınlatmaya yetmese de sorun değildi. Göremediği yerlerini de
kendisi tamamlıyordu. O kadar dalmıştı ki… Hatta bir ara İstanbul’a bile gidip
geldi. Döndüğünde onu gitmiş bulacaktı.
Bu seyahat iyice yordu onu. Başını tablodan kaldırıp duvardaki saate baktı. Gözleri yelkovanı seçse de
akrebi tam olarak göremediğinden kestiremedi saati. Sanki camdaki buğu, zamana
da işlemişti. Birden radyoyu açmak geldi aklına. Yerini ayarladı, anteni
duvardaki çatlakla aynı hizaya getirdi. O
bunlarla uğraşırken kahve fincanı da çoktan yere düşmüştü. Neyse ki yer halıydı ve kırılmamıştı. Halı batmıştı ama şimdi kim uğraşacaktı ki bununla? Yalnızdı
ve hiçbir mesele bunun kadar mühim olmazdı. Radyonun düğmesine bastı nicedir özlem duyduğu bir ezgiyi duymak umuduyla.
Tüm bedeni kulağa kesmişti şimdi. Hoparlörden çıkan şey odadakinden daha derin
bir sessizlik oldu. Birkaç kez daha denedi. Yine aynı şey oldu. Gözünü muma diktiği
vakit az önce yapmaya çalıştığı şeyin elektriğin olduğu günlerden kalma bir
alışkanlık olduğunu fark etti. Sesi güzel olmasa da bir kez daha bastı düğmeye ve mırıldanmaya başladı. Hatta o kadar kaptırmıştı ki kendisini
bir ara dışarıdaki yağmurun ritmine göre sesi de alçalıp yükseliyordu
Gözkapakları
gecenin yükünü taşıyamayacak kadar ağırlaşmıştı. Birkaç esnemeden sonra eski aşklarını
düşünmeye başladı. Yenileri olacak mıydı? Çok gizemli bir soruydu. Cevabını tanrı bile bilmiyordu. Hayatının
aşkını bulabilmek için bir dakika bile evden çıkmıyordu. Çünkü günün birinde
kapısını çalacak ona şöyle diyecekti: “Biliyorum, yıllardır beni bekleyip
durdun. Sana çok haksızlık yaptım. Affet beni. Benim de işlerim vardı. Yoluna
koymam gereken bir hayatım vardı. Ancak gelebildim.” O da yüzünde geniş bir
gülümse ile baktıktan sonra içeriye alacaktı onu. Eğer o gün elektrik varsa
hemen radyodan klasik müziklerin hiç eksik olmadığı frekansı açıp dansa
duracaklardı. Şayet elektrik yoksa (ki olmayacağını onun kadar siz de
biliyorsunuz) mum ışığında kendi şiirlerini okuyacaktı. Derin bir iç geçirdi.
Birden bu hayallerden sıyrılıp pencereye bakmak istedi. Gitmiş miydi acaba?
Bakacaktı ama ya göz göze gelirlerse? Belki de gitmiştir.
Derin bir nefes alıp yarım bıraktığı düşlerine devam etmek istedi. Kendini
zorlasa da olmuyordu işte. Üstelik bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de üst
kattaki komşularının Homo Saphiens türünün devamı için gösterdikleri anlamlı ve
bir o kadar da sesli çaba iyice dağıttı dikkatini.
Elini
cebine atıp bir dal sigara çekecekti ki hüzünle sigara kullanmadığının farkına
vardı. Küfredecekti ama genelde kendisine küfredildiğinden bu işin raconunu da
bilmiyordu. “Hay aksi” demekle yetindi şimdilik. Son mumu da çay tabağına iyice
sabitledi. Bitmek üzere olan alevi, ritüellerine uygun bir şekilde yeni muma
aktardı. Karanlık ile arasındaki son eylemdi bu. Bir şeyler düşünmek istedi ama
ne düşünebilirdi ki? Kendisinden önce herkes, her şeyi düşünmüştü. Hatta onun
yerine mücadele de etmişlerdi. Ölenler bile olmuştu. Mumun bittiğini
görmektense erkenden uyumayı yeğledi. Son derece akrobatik hareketlerle
battaniyeyi tüm vücudunu saracak şekilde ayarladı. Başını da içine çekti.
Camdaki o şey gitmiş miydi acaba? İyi de şimdiye kadar bu odada yaşayan birisi
olarak belki de bu pencereden binlerce kez bakmıştı denize. Neden daha önceleri
değil de şimdi farkına varmıştı bunun? Tutulacak bir yanını bulamadı bu
sorunun. Neden bugün?
Ayşe,
Hayriye,
Nuriye,
Fikriye derken son demlerini
yaşayan mum, alevini de yitirdi.
Gün,
sabaha durduğu vakit gözlerini araladı. Saate baktı bir müddet. Kendisine
gelince yeniden baktı. Zaman, başını alıp çoktan gitmişti bu evden. Yatağından
fırladığı gibi elbiselerini giydi. Çorabının tekini bulamıyordu bir türlü.
Yolda yeni bir çift alması gerekecekti. Kravatını da takside bağlayacaktı.
Telaşla evden çıktığında ardında üç günlük maması önünde gri bir kedi, kendisini bekleyen soğuk bir gece ve kimliğine sadık bir boşluk bırakmıştı. Bunların yanında olabildiğine dağınık bir salon, susuzluktan güzel olmaya mecâli kalmamış bir krizantem ve duvarlarında denizi taşıyan bir yatak odası bırakmıştı. Hava da yağmurluydu dünkü gibi…
CİVAN ARYA
MAYIS-2017
ANTALYA
Kaydol:
Yorumlar (Atom)