Öğretmen Erdal bey:
Kış, bu yıl daha bir zor geçiyordu. Tipi,
zalimliğinin doruğunda... Kar, lapa lapa tasvirini ardında bırakacak kadar
haddini aşmıştı. Diğer günlerde de kasvetli havaya sis eşlik ediyordu. Çevre
köylere aç hayvanların indiği, hatta bazı köylülerin hayvanlarını telef ettiği
haberleri sudaki bir halka gibi önce bize sonra da diğer köylere yayılıp
duruyordu. Yine bazı köylerde de mezarları deştiklerini öğrenince durumun vehâmetini
iyice anlamıştık. Üstelik yollar kapalıydı ve dünya ile bağları yitireli iki ay
olmuştu. Önümüz bayram...
İşte bahara hasret kaldığımız bu günlerde
zaman bile donmuştu. Takvim yaprakları da anlamını çoktan yitirmişti. Günler,
karlı çatılarda örselenip dururken sabah erkenden uyanır işlerimizi halleder
sonra da nöbetleşerek devraldığımız sıkılma işi için kahveye giderdik.
Omuzlarımızda yer edinmiş bu yükün ağırlığını paylaşmak gibi gizli bir anlaşma
yapmıştık sanki. Burada akrep ve yelkovana tüm gücümüzle asılır, bir sonraki
mevsime doğru olabildiğince hızlı bir şekilde çeviriyorduk. Eğer başarabilirsek
baharı erkenden getirebilecektik. Ne yaparsak yapalım, olmuyordu. Yeni
yerlerini yadırgayan sakinlerimiz, daha büyük bir özlemle eski semtlerine geri
dönüyor ve daha da küçük adımlarla ilerliyordu. Böylesi anlarda Tarkovski’nin
yönettiği bir filmde sanırdım kendimi. Tüm işi gücü bir avuç insanla sıkılmak
olan, sabırlı bir başrol oyuncusu oluyordum. Acaba bizden başka kim
izlerdi bizi? Bilmiyorum. Dünden kalan memleket meseleleri, bugün de üzerine
eklenen küfürlerle birlikte yarına sarkıyordu. Herkes, kendine bile hayrı
olmayan sobanın başında düşlerine kıyafet biçiyordu. Kimisi komutan dövüyordu,
kimisi de hayırsız bir kardeşin yüzünden kaçırdığı fırsatlara yanıyor, kimisi
de sadece dinliyordu. En çok da komşu köydeki zenginlerin nasıl zengin
olduklarına dair teoriler üretiliyordu. Kahvehane halkının hemfikir olduğu bir
konu varsa o da onların gömü bulma ihtimalleri üzerineydi. Biraz daha romantik
olanlar, gençken seviştiği kızların sayısını sanki bir noterin huzurunda tasdik
edermiş gibi sayıyordu. Ve çoğu da dua ve methiyeler suna suna bitiremedikleri
patronların yanına, yani; İstanbul’a gideceklerini yineleyip duruyordu.
Çekimler bittikten sonra da evlerimize dönüyorduk. Yazın efendilik tasladığımız
doğaya kışın itaat etmek gibi bir çelişkinin adı olmuştuk. Günler böyle gelip
geçerken bayram günü de gelip çattı. O gece erkenden uyanıp bayramlıklarımızı
giydik. Kar ve sisin içinde bayram ziyaretlerini de gerçekleştirdikten sonra
yine yarım bıraktığımız nöbetimize devam etmek için kahvehanede toplanıp eski
bayramların güzelliği üzerine bildiğimiz ne kadar kelime varsa hepsini masaya
döküyorduk. Birden soğuktan kızarmış burnuyla, siyah paltolu bir genç içeri
attı kendini. Telaşlıydı. Selama benzeyen bir şeyler mırıldandıktan sonra sanki
dilinin çözülmesi için sobaya yaklaşması gerekiyordu. Öyle de yaptı. Bu, komşu köyden bizim İlyas'tı.
Hemen kendisine sıcak bir çay getirdi kahveci. Birkaç yudumda bitirdi bardağını.
Bir ulağın görevine yüklediği kutsallıkla haberi önce cümlelere böldü, sonra
cümleleri kelimelere, kelimeleri de harflere... Parça parça verilen haberi
birleştiren köylüler, başta inanmak istemeseler de gerçekten kaçamayacaklarını
bildikleriden usulca başlarını öne eğdi.
Aliş:
O sabah erkenden uyandım. Babamın aylar
öncesinden aldığı pantolonu ve pabuçları sandıktan çıkarıp büyük bir özenle
giydim hemen. Üzerine annemin ördüğü kazağı da giyince köyün en yakışıklısı
olmuştum. Fakirliğimize rağmen bunca masrafı benden esirgememişti ailem. Bayramlaşmaya ilkin babamla başladım. Sonra annemi öptüm. Kaç kere öptüm
bilmiyorum. İçimden ona sarılmak, onu bir daha bırakmamak geliyordu ama yeterince
geç kaldığımızın da farkına vararak evden ayrıldık. Annemin gözlerindeki o
parıltı, buruk bir sevincin kırıntıları olarak kaldı içimde. Camiden çıkıp önce
arkadaşlarımla sonra da yetişebilirsem eğer köyün büyükleriyle beraber ev
ziyaretlerine gidecektim. İkinci ziyaret, gün içinde topladığımız şekerleri iki
ile çarpmak gibi bir amaç taşıyordu. Bu durum, biz çocuklar arasında bir
gelenek halini alalı yıllar olmuştu. Cebimden poşeti çıkardıktan sonra karşıma
çıkan ilk eve doğru yol aldım sisi yara yara. Köyümüz birbirine uzak evlerden
oluşuyordu bunun için her evin arasında geniş geniş boşluklar bulunurdu. Çok
yürüyecektim. Günün sonunda da en çok şekeri toplayarak köyün içinde hava
atacaktım. Torbaya düşen ilk şekerden sonra yüreğimi sıkıştıran ve nereden
geldiğini bir türlü anlayamadığım bir hüzün de içimde birikmeye devam ediyordu.
Bir iki evden sonra dayımların evi karşımdaydı şimdi.
Güllü Hanım:
Sesi halen kulaklarımdadır. Bir nene
deyişi vardı ki… Kapıyı ancak onun kalbinin taşıyabileceği bir heyecanla çalardı
hep. O gün de öyle çaldı yine. Aliş'ti bu. Bizim oğlan... Kapının sesini duyunca
ağır aksak varabildim kapıya. Yaşlılık, bir ceset gibi ayaklarıma dolandığından
soluk soluğa kalmıştım. Karşımdaydı. Bir güneş gibi parlıyordu yüzü. Bu gülüşle
delip geçti sisi. Burnu ve kulakları, kızarmıştı soğuktan. Üşüdüğünü anladım.
Eve aldım hemen. Sobaya yakın bir koltuğa oturttuktan sonra çay dolduğum
bardağı uzattım ona. O, çayını yudumlarken en çok sevdiği tatlılardan da getirdim
ona. Baklavayı pek severdi yavrum. Biraz ısındıktan sonra gitmesi gerektiğini
söyledi. Gitmese olmaz mıydı? Keşke izin vermeseydim hiç. Nereden bilebilirdim
ki? Sıkıca sarıldım ona. Bırakmak nedir bilmiyordum. “Nene, niye ağlıyorsun?”
diye sormuştu. Bu sorunun cevabını şimdi daha iyi biliyorum. Gözlerimdeki yaşı
bir kenara bıraktıktan sonra sıkıca öptüm yavrumu ve annesine selamlarımı
gönderdim.
Aliş:
Evden ayrılırken elektriğin olmadığı uzun
kış gecelerinde nenemin anlattığı masallar, hikâyeler kısacası ona ait efsunlu
sözler için ne denli minnettarlık duyduğumu ansıdım bir an. Elini öptükten
sonra hem harçlığımı almıştım hem de tamı tamına bir avuç şeker vermişti bana.
Çok geç kalmadan diğer arkadaşlarıma yetişmeliydim. Yoksa gün sonundaki
hezimeti kaldıramayacaktım.
Güllü Hanım:
Aliş, yaşı kadar küçük adımlarıyla sisin
içinde silinedururken “gitme oğul” demek istedim. "Gitme…" O an
dilim, lal oldu. Öylece bakakaldım ardından. İçimi bir sıkıntı, yüreğimi de bir
daraltı basmıştı. Biraz sonra buna havanın da neden olabileceği sanrısıyla salona
attım kendimi.
Çerçi Zeko:
Sonradan edinmiş olduğumuz bilgiye göre
Aliş adındaki bu çocuğun diğer çocuklarla beraber şeker toplamak için köyü
gezerken gitmedikleri son bir ev kalmış. Bu evi de ziyaret edip şekerlerini
aldıktan sonra büyüklerin grubuna da katılacak ve böylelikle ikinci şeker
turuna çıkmış olacaklardı. Yoğun sisin altındaki bu eve güç bela varabilmişler.
Nasıl bir cesarettir bu arkadaş? Anlamadım gitti. O sırada evin küçük kızı
Hatice, koyunların yemini vermiş ve başlarında bekliyormuş koyunların. Babası
da gitmeden önce ne olur ne olmaz diye köpeklerin zincirini açmış. Nasılsa
herkes bayram ziyaretini bitirmişti. Bu saatten sonra kimse de gelmezdi
artık. İşte güç bela vardıkları bu evde köpekler saldırmış çocuklara…
Aliş:
Etrafımız bembeyaz bir geceydi. Arkadaşlarım
gibi ben de koşmaya başladım. Nefesim kesilecek gibi oluyordu. Korkuyordum.
Köpekler, yakalarsa beni paramparça edeceklerdi. Diğer çocukları da
bırakıp bana doğru koşuyordu biri. Kalbim, üzerindeki bu yükü kaldırmakta
zorlanıyordu. Her an beni yakalayacağı düşüncesiyle korkum katlanarak
artıyordu. Etrafımdaki hiçbir şeyi göremiyordum. Ne taraftan gelecek onu da
bilmiyordum. Biraz sonra sesler kesildi. Yürek çarpıntısından başka bir şey
duymuyordum. Terlemiştim. Kendime geldiğimde şekerleri biriktirdiğim poşetin
halen elimde olduğunu fark ettim. Bu duruma sevinse miydim yoksa üzülse miydim
bilemedim. Biraz daha soluklandıktan sonra yolumu bulurum umuduyla bilinmezliğe
doğru akıp gitti adımlarım. Bir perdeden diğerine geçiyormuşum gibi hissediyordum
her seferinde. Nereden gelmişti bu şey başıma? Ne yapacağım şimdi ben? Kara
bata çıka ilerlemeye çalışırken terli atletim adeta dağlara işleyen soğuğu bir
sünger gibi emiyordu.
“Annemin ördüğü kazak da olmasa… Neredeyim ben? Ah… Eve bir varsam… Bir daha
dışarı çıkar mıyım hiç?”
Yürümeyi bıraktım, gözlerimi kısıp
etrafımdaki seslere odaklandım bir müddet. Belki de beni aramaya çıkmışlardır
şimdi. Belki de birazdan “Aliş” der biri. Belki de babam... Ah… Öyle bir
sarılırdım ki ona… Hatta bütün şekerlerimi verirdim ona.”
Bir titremedir yapıştı yakama. Acıkmıştım.
Hemen poşetteki şekerlerden birkaç tane yedim. Fazla yememeliydim onları çünkü
akşama evde sayacaktım. Sonra o yıl köyün en çok şeker toplayanı olarak bir
sonraki yıla kadar savaş kazanmış, mağrur bir komutan gibi geçirecektim günlerimi.
Düşünmeyi de bıraktım. Karşıma ancak dibine vardığımda görebildiğim silik silik
ağaçlar çıkıyordu. Ara ara koşuşturan bir şeyler de oluyordu çevremde. Az sonra
bir uluma sesi duydum. Başka uluma sesleri de önce dağlara ardından yüreğime
çarpıp çarpıp durdu.
“Anne…”
Yürümeye devam ettim. Ne olursa olsun
varacaktım eve. Birazdan bir yokuşu çıkarken buldum kendimi. Hayır, bir tepe
olmalıydı bu. (Olabildiğince sessiz yürüyordum) Yoruldum. Yorulmuştum… Kirpiklerim
bedenime ağır gelmeye başlamıştı. Daha önce hiç böylesi bir uykuya
susamamıştım.
Biraz daha yürüdükten sonra karşımdaki
çukura girdim. Sırtımı karın tümseğine dayayıp soluklandım biraz. Göz
kapaklarımda ağırlaşmıştı iyice… Yürümeye hiç mecalim yoktu. Beni
bulacaklarından emindim ama... Şimdi evde olsaydım sobanın başından ayrılmazdım
hiç. Hem de hiç...
“Anne… Anneciğim, sen misin?
Tanrının gördükleridir
Aliş, o çukurda soluklanırken uzun
zamandır yapmaya fırsat bulamadığı çişini bırakırsa eğer ısınacağını akıl etti
birden. Bu fikir sevindirmişti onu. Ayaklarına dolanmış titreme, şimdilik uzak
duruyordu ondan. Sıcaklığın hazzı yüzünde bir tebessüm edecek kadar yer buldu
kendisine. Daha önce hiç bu kadar rahatlamamış olduğunu fark etti. Sırtını
dayadığı tümsek aniden pamuk yumağı oluvermişti. Sonra birden nasıl olduysa
annesi çıkageldi. Artık sis, hepten dağılmıştı.
Aliş’ın gözleri kapandı.
Aliş, gözlerini açtı.
Aliş’ın gözleri kapandı.
Aliş, güç de olsa son kez açabildi gözlerini.
O, gözleri kapandıkça daha da sıkı
sarılıyordu şeker torbasına. Annesini gördüğüne sevinmişti. Çok mutluydu. Zor
da olsa gülümsedi. Annesine sarılırken vücudunun kasıldığını hissetti, ruhuyla
bedeni arasındaki bu gelgit sarstı ağır geldi ona. Olsun yine de annesi ona
oğlum demişti ya, o annesine sarılmıştı ya hiç önemi yoktu bunların. Bir zaman
sonra Aliş'in şeker torbasını sıkı sıkı tutan parmakları kendiliğinden
çözülmeye başladı. Aliş, derin ve tatlı bir uykuya bıraktı kendini. Artık
üşümüyordu.
Muhlis abi:
Günlerce aradık. İlkin aklımıza ayak
izlerini takip etmek geldiyse de akşamına doğru kar yağdığından yapamadık bunu.
Sonra herkes; dört bir yana dağılıp, silahını, lambasını -ne bulduysa artık-
yanına alıp onu aramaya başladı. Neyse ki ikinci gün kesildi kar. Eğer çocuğun
başına bir şey gelmediyse bulabilirdik onu. Yine de zayıf bir ihtimaldi bizim
için; çünkü tehlikeler bir zincir olup ayağından bağlamıştı kaderine bir kere. Babası
en önde biz arkada her yeri aradık. Ertesi gün sis, dağıldı biraz. Yerde fıstık
kabukları, şeker kaplamaları ve yenmemiş birkaç şeker bulduk. Biraz daha ileri
gidince de ayakkabısının tabanına denk geldik. Çaresizliğimizin somut kanıtı olarak
duruyordu karşımızda. Babasını zor sakinleştirebildik. Dört kilometrelik yolu
ardımızda bıraktığımızda ise karşımıza dağın eteklerine tutunmuş Ö... köyü
çıktı. Oradaki köylüler de bizi görünce yardıma geldiler hemen. Dağ taş demeden
her yeri aradık. Üçüncü gündeydik ve umudumuz gittikçe tükeniyordu. Nihayet
köyün su deposuna yakın bir yerden yükselen seslerle sessizliğin kuyusundan
çıkabildik.
Onu… Onu bulmuştuk sonunda. Kapalı
gözleriyle sırtını tümseğe dayamıştı. Bir gülümsemedir yüzünde donup kalmıştı
öylece... Elinde de şeker torbası… Pantolonu buz tutmuştu. Ayakkabısının teki
de yere yığılmış babasının elindeydi. Huzur, katı bir bedende yer edinmişti
kendisine. Çocuk, tüm masumluğuyla karşımızdaydı. Nereden bilebilirdi ki bunun son
gülüşü olduğunu? Aklımızda hep bu haliyle kaldı.
Öğretmen Erdal bey:
Ailesinin feryadı, halen dağlarda yankılanıp
duruyor. O günden sonra çok şey değişti. Artık kahveye uğramaz olduk. Çocuk ve
ölüm arasındaki bağın yanlışlığı üzerine hep beraber susuyorduk. Elimizden
gelen en iyi şey buydu çünkü.
Tüm şevkimiz kırılmış ve baharı da beklemez olmuştuk.
Bazı haberler daha aldım köyden
ayrıldıktan sonra. Bunlardan birisi çocuğun annesi, oğlunun ölümüne bir türlü
inanmamış, inanamamış. Bunca acı, onda deliliğin rengini almış. Şimdi her yerde
onu arayıp duruyormuş. Babası da bir zaman sonra başında kasketi, elleri
ve ayakları olan bir sigara paketine dönüşmüş. Yaz demeden kış demeden evinin
bitişiğindeki taşın üzerinde beklemiş durmuş hep. Zamanla taş ile arasındaki
fark da eriyince kalkınca kimse seçemez olmuş onları
bir daha.
İlyas da üzerine düşen görevi yerine getirdikten sonra geceye karışıp gitmiş.
CİVAN ARYA
2014- 2017
ANTALYA
* Hikaye, Kahramanmaraş yöresine ait bir türküden adını almıştır.

