23 Ocak 2017 Pazartesi

Havada Kar Sesi Var


Öğretmen Erdal bey: 

Kış, bu yıl daha bir zor geçiyordu. Tipi, zalimliğinin doruğunda... Kar, lapa lapa tasvirini ardında bırakacak kadar haddini aşmıştı. Diğer günlerde de kasvetli havaya sis eşlik ediyordu. Çevre köylere aç hayvanların indiği, hatta bazı köylülerin hayvanlarını telef ettiği haberleri sudaki bir halka gibi önce bize sonra da diğer köylere yayılıp duruyordu. Yine bazı köylerde de mezarları deştiklerini öğrenince durumun vehâmetini iyice anlamıştık. Üstelik yollar kapalıydı ve dünya ile bağları yitireli iki ay olmuştu. Önümüz bayram... 

          İşte bahara hasret kaldığımız bu günlerde zaman bile donmuştu. Takvim yaprakları da anlamını çoktan yitirmişti. Günler, karlı çatılarda örselenip dururken sabah erkenden uyanır işlerimizi halleder sonra da nöbetleşerek devraldığımız sıkılma işi için kahveye giderdik. Omuzlarımızda yer edinmiş bu yükün ağırlığını paylaşmak gibi gizli bir anlaşma yapmıştık sanki. Burada akrep ve yelkovana tüm gücümüzle asılır, bir sonraki mevsime doğru olabildiğince hızlı bir şekilde çeviriyorduk. Eğer başarabilirsek baharı erkenden getirebilecektik. Ne yaparsak yapalım, olmuyordu. Yeni yerlerini yadırgayan sakinlerimiz, daha büyük bir özlemle eski semtlerine geri dönüyor ve daha  da küçük adımlarla ilerliyordu. Böylesi anlarda Tarkovski’nin yönettiği bir filmde sanırdım kendimi. Tüm işi gücü bir avuç insanla sıkılmak olan,  sabırlı bir başrol oyuncusu oluyordum. Acaba bizden başka  kim izlerdi bizi? Bilmiyorum. Dünden kalan memleket meseleleri, bugün de üzerine eklenen küfürlerle birlikte yarına sarkıyordu. Herkes, kendine bile hayrı olmayan sobanın başında düşlerine kıyafet biçiyordu. Kimisi komutan dövüyordu, kimisi de hayırsız bir kardeşin yüzünden kaçırdığı fırsatlara yanıyor, kimisi de sadece dinliyordu. En çok da komşu köydeki zenginlerin nasıl zengin olduklarına dair teoriler üretiliyordu. Kahvehane halkının hemfikir olduğu bir konu varsa o da onların gömü bulma ihtimalleri üzerineydi. Biraz daha romantik olanlar, gençken seviştiği kızların sayısını sanki bir noterin huzurunda tasdik edermiş gibi sayıyordu. Ve çoğu da dua ve methiyeler suna suna bitiremedikleri patronların yanına, yani; İstanbul’a gideceklerini yineleyip duruyordu. Çekimler bittikten sonra da evlerimize dönüyorduk. Yazın efendilik tasladığımız doğaya kışın itaat etmek gibi bir çelişkinin adı olmuştuk. Günler böyle gelip geçerken bayram günü de gelip çattı. O gece erkenden uyanıp bayramlıklarımızı giydik. Kar ve sisin içinde bayram ziyaretlerini de gerçekleştirdikten sonra yine yarım bıraktığımız nöbetimize devam etmek için kahvehanede toplanıp eski bayramların güzelliği üzerine bildiğimiz ne kadar kelime varsa hepsini masaya döküyorduk. Birden soğuktan kızarmış burnuyla, siyah paltolu bir genç içeri attı kendini. Telaşlıydı. Selama benzeyen bir şeyler mırıldandıktan sonra sanki dilinin çözülmesi için sobaya yaklaşması gerekiyordu. Öyle de yaptı. Bu, komşu köyden bizim İlyas'tı. Hemen kendisine sıcak bir çay getirdi kahveci. Birkaç yudumda bitirdi bardağını. Bir ulağın görevine yüklediği kutsallıkla haberi önce cümlelere böldü, sonra cümleleri kelimelere, kelimeleri de harflere... Parça parça verilen haberi birleştiren köylüler, başta inanmak istemeseler de gerçekten kaçamayacaklarını bildikleriden usulca başlarını öne eğdi.


Aliş:

O sabah erkenden uyandım. Babamın aylar öncesinden aldığı pantolonu ve pabuçları sandıktan çıkarıp büyük bir özenle giydim hemen. Üzerine annemin ördüğü kazağı da giyince köyün en yakışıklısı olmuştum. Fakirliğimize rağmen bunca masrafı benden esirgememişti ailem. Bayramlaşmaya ilkin babamla başladım. Sonra annemi öptüm. Kaç kere öptüm bilmiyorum. İçimden ona sarılmak, onu bir daha bırakmamak geliyordu ama yeterince geç kaldığımızın da farkına vararak evden ayrıldık. Annemin gözlerindeki o parıltı, buruk bir sevincin kırıntıları olarak kaldı içimde. Camiden çıkıp önce arkadaşlarımla sonra da yetişebilirsem eğer köyün büyükleriyle beraber ev ziyaretlerine gidecektim. İkinci ziyaret, gün içinde topladığımız şekerleri iki ile çarpmak gibi bir amaç taşıyordu. Bu durum, biz çocuklar arasında bir gelenek halini alalı yıllar olmuştu. Cebimden poşeti çıkardıktan sonra karşıma çıkan ilk eve doğru yol aldım sisi yara yara. Köyümüz birbirine uzak evlerden oluşuyordu bunun için her evin arasında geniş geniş boşluklar bulunurdu. Çok yürüyecektim. Günün sonunda da en çok şekeri toplayarak köyün içinde hava atacaktım. Torbaya düşen ilk şekerden sonra yüreğimi sıkıştıran ve nereden geldiğini bir türlü anlayamadığım bir hüzün de içimde birikmeye devam ediyordu. Bir iki evden sonra dayımların evi karşımdaydı şimdi. 



Güllü Hanım: 

Sesi halen kulaklarımdadır. Bir nene deyişi vardı ki… Kapıyı ancak onun kalbinin taşıyabileceği bir heyecanla çalardı hep. O gün de öyle çaldı yine. Aliş'ti bu. Bizim oğlan... Kapının sesini duyunca ağır aksak varabildim kapıya. Yaşlılık, bir ceset gibi ayaklarıma dolandığından soluk soluğa kalmıştım. Karşımdaydı. Bir güneş gibi parlıyordu yüzü. Bu gülüşle delip geçti sisi. Burnu ve kulakları, kızarmıştı soğuktan. Üşüdüğünü anladım. Eve aldım hemen. Sobaya yakın bir koltuğa oturttuktan sonra çay dolduğum bardağı uzattım ona. O, çayını yudumlarken en çok sevdiği tatlılardan da getirdim ona. Baklavayı pek severdi yavrum. Biraz ısındıktan sonra gitmesi gerektiğini söyledi. Gitmese olmaz mıydı? Keşke izin vermeseydim hiç. Nereden bilebilirdim ki? Sıkıca sarıldım ona. Bırakmak nedir bilmiyordum. “Nene, niye ağlıyorsun?” diye sormuştu. Bu sorunun cevabını şimdi daha iyi biliyorum. Gözlerimdeki yaşı bir kenara bıraktıktan sonra sıkıca öptüm yavrumu ve annesine selamlarımı gönderdim. 


Aliş:

Evden ayrılırken elektriğin olmadığı uzun kış gecelerinde nenemin anlattığı masallar, hikâyeler kısacası ona ait efsunlu sözler için ne denli minnettarlık duyduğumu ansıdım bir an. Elini öptükten sonra hem harçlığımı almıştım hem de tamı tamına bir avuç şeker vermişti bana. Çok geç kalmadan diğer arkadaşlarıma yetişmeliydim. Yoksa gün sonundaki hezimeti kaldıramayacaktım.


Güllü Hanım:

Aliş, yaşı kadar küçük adımlarıyla sisin içinde silinedururken “gitme oğul” demek istedim. "Gitme…" O an dilim, lal oldu. Öylece bakakaldım ardından. İçimi bir sıkıntı, yüreğimi de bir daraltı basmıştı. Biraz sonra buna havanın da neden olabileceği sanrısıyla salona attım kendimi.


Çerçi Zeko:

Sonradan edinmiş olduğumuz bilgiye göre Aliş adındaki bu çocuğun diğer çocuklarla beraber şeker toplamak için köyü gezerken gitmedikleri son bir ev kalmış. Bu evi de ziyaret edip şekerlerini aldıktan sonra büyüklerin grubuna da katılacak ve böylelikle ikinci şeker turuna çıkmış olacaklardı. Yoğun sisin altındaki bu eve güç bela varabilmişler. Nasıl bir cesarettir bu arkadaş? Anlamadım gitti. O sırada evin küçük kızı Hatice, koyunların yemini vermiş ve başlarında bekliyormuş koyunların. Babası da gitmeden önce ne olur ne olmaz diye köpeklerin zincirini açmış. Nasılsa herkes bayram ziyaretini bitirmişti. Bu  saatten sonra kimse de gelmezdi artık. İşte güç bela vardıkları bu evde köpekler saldırmış çocuklara…



Aliş: 

Etrafımız bembeyaz bir geceydi. Arkadaşlarım gibi ben de koşmaya başladım. Nefesim kesilecek gibi oluyordu. Korkuyordum. Köpekler,  yakalarsa beni paramparça edeceklerdi. Diğer çocukları da bırakıp bana doğru koşuyordu biri. Kalbim, üzerindeki bu yükü kaldırmakta zorlanıyordu. Her an beni yakalayacağı düşüncesiyle korkum katlanarak artıyordu. Etrafımdaki hiçbir şeyi göremiyordum. Ne taraftan gelecek onu da bilmiyordum. Biraz sonra sesler kesildi. Yürek çarpıntısından başka bir şey duymuyordum. Terlemiştim. Kendime geldiğimde şekerleri biriktirdiğim poşetin halen elimde olduğunu fark ettim. Bu duruma sevinse miydim yoksa üzülse miydim bilemedim. Biraz daha soluklandıktan sonra yolumu bulurum umuduyla bilinmezliğe doğru akıp gitti adımlarım. Bir perdeden diğerine geçiyormuşum gibi hissediyordum her seferinde. Nereden gelmişti bu şey başıma? Ne yapacağım şimdi ben? Kara bata çıka ilerlemeye çalışırken terli atletim adeta dağlara işleyen soğuğu bir sünger gibi emiyordu.

“Annemin ördüğü kazak da olmasa… Neredeyim ben? Ah… Eve bir varsam… Bir daha dışarı çıkar mıyım hiç?” 

Yürümeyi bıraktım, gözlerimi kısıp etrafımdaki seslere odaklandım bir müddet. Belki de beni aramaya çıkmışlardır şimdi. Belki de birazdan “Aliş” der biri. Belki de babam... Ah… Öyle bir sarılırdım ki ona… Hatta bütün şekerlerimi verirdim ona.”

Bir titremedir yapıştı yakama. Acıkmıştım. Hemen poşetteki şekerlerden birkaç tane yedim. Fazla yememeliydim onları çünkü akşama evde sayacaktım. Sonra o yıl köyün en çok şeker toplayanı olarak bir sonraki yıla kadar savaş kazanmış, mağrur bir komutan gibi geçirecektim günlerimi. Düşünmeyi de bıraktım. Karşıma ancak dibine vardığımda görebildiğim silik silik ağaçlar çıkıyordu. Ara ara koşuşturan bir şeyler de oluyordu çevremde. Az sonra bir uluma sesi duydum. Başka uluma sesleri de önce dağlara ardından yüreğime çarpıp çarpıp durdu. 

“Anne…”

Yürümeye devam ettim. Ne olursa olsun varacaktım eve. Birazdan bir yokuşu çıkarken buldum kendimi. Hayır, bir tepe olmalıydı bu. (Olabildiğince sessiz yürüyordum) Yoruldum. Yorulmuştum… Kirpiklerim bedenime ağır gelmeye başlamıştı. Daha önce hiç böylesi bir uykuya susamamıştım.


         Biraz daha yürüdükten sonra karşımdaki çukura girdim. Sırtımı karın tümseğine dayayıp soluklandım biraz. Göz kapaklarımda ağırlaşmıştı iyice… Yürümeye hiç mecalim yoktu. Beni bulacaklarından emindim ama... Şimdi evde olsaydım sobanın başından ayrılmazdım hiç. Hem de hiç...

“Anne… Anneciğim, sen misin?



Tanrının gördükleridir

Aliş, o çukurda soluklanırken uzun zamandır yapmaya fırsat bulamadığı çişini bırakırsa eğer ısınacağını akıl etti birden. Bu fikir sevindirmişti onu. Ayaklarına dolanmış titreme, şimdilik uzak duruyordu ondan. Sıcaklığın hazzı yüzünde bir tebessüm edecek kadar yer buldu kendisine. Daha önce hiç bu kadar rahatlamamış olduğunu fark etti. Sırtını dayadığı tümsek aniden pamuk yumağı oluvermişti. Sonra birden nasıl olduysa annesi çıkageldi. Artık sis, hepten dağılmıştı.

Aliş’ın gözleri kapandı.
Aliş, gözlerini açtı.
Aliş’ın gözleri kapandı.
Aliş, güç de olsa son kez açabildi gözlerini. 

O, gözleri kapandıkça daha da sıkı sarılıyordu şeker torbasına. Annesini gördüğüne sevinmişti. Çok mutluydu. Zor da olsa gülümsedi. Annesine sarılırken vücudunun kasıldığını hissetti, ruhuyla bedeni arasındaki bu gelgit sarstı ağır geldi ona. Olsun yine de annesi ona oğlum demişti ya, o annesine sarılmıştı ya hiç önemi yoktu bunların. Bir zaman sonra Aliş'in şeker torbasını sıkı sıkı tutan parmakları kendiliğinden çözülmeye başladı. Aliş, derin ve tatlı bir uykuya bıraktı kendini. Artık üşümüyordu. 


Muhlis abi:

Günlerce aradık. İlkin aklımıza ayak izlerini takip etmek geldiyse de akşamına doğru kar yağdığından yapamadık bunu. Sonra herkes; dört bir yana dağılıp, silahını, lambasını -ne bulduysa artık- yanına alıp onu aramaya başladı. Neyse ki ikinci gün kesildi kar. Eğer çocuğun başına bir şey gelmediyse bulabilirdik onu. Yine de zayıf bir ihtimaldi bizim için; çünkü tehlikeler bir zincir olup ayağından bağlamıştı kaderine bir kere. Babası en önde biz arkada her yeri aradık. Ertesi gün sis, dağıldı biraz. Yerde fıstık kabukları, şeker kaplamaları ve yenmemiş birkaç şeker bulduk. Biraz daha ileri gidince de ayakkabısının tabanına denk geldik. Çaresizliğimizin somut kanıtı olarak duruyordu karşımızda. Babasını zor sakinleştirebildik. Dört kilometrelik yolu ardımızda bıraktığımızda ise karşımıza dağın eteklerine tutunmuş Ö... köyü çıktı. Oradaki köylüler de bizi görünce yardıma geldiler hemen. Dağ taş demeden her yeri aradık. Üçüncü gündeydik ve umudumuz gittikçe tükeniyordu. Nihayet köyün su deposuna yakın bir yerden yükselen seslerle sessizliğin kuyusundan çıkabildik.

Onu… Onu bulmuştuk sonunda. Kapalı gözleriyle sırtını tümseğe dayamıştı. Bir gülümsemedir yüzünde donup kalmıştı öylece... Elinde de şeker torbası… Pantolonu buz tutmuştu. Ayakkabısının teki de yere yığılmış babasının elindeydi. Huzur, katı bir bedende yer edinmişti kendisine. Çocuk, tüm masumluğuyla karşımızdaydı. Nereden bilebilirdi ki bunun son gülüşü olduğunu? Aklımızda hep bu haliyle kaldı.


Öğretmen Erdal bey:

Ailesinin feryadı, halen dağlarda yankılanıp duruyor. O günden sonra çok şey değişti. Artık kahveye uğramaz olduk. Çocuk ve ölüm arasındaki bağın yanlışlığı üzerine hep beraber susuyorduk. Elimizden gelen en iyi şey buydu çünkü.
Tüm şevkimiz kırılmış ve baharı da beklemez olmuştuk.

Bazı haberler daha aldım köyden ayrıldıktan sonra. Bunlardan birisi çocuğun annesi, oğlunun ölümüne bir türlü inanmamış, inanamamış. Bunca acı, onda deliliğin rengini almış. Şimdi her yerde onu arayıp duruyormuş. Babası  da bir zaman sonra başında kasketi, elleri ve ayakları olan bir sigara paketine dönüşmüş. Yaz demeden kış demeden evinin bitişiğindeki taşın üzerinde beklemiş durmuş hep. Zamanla taş ile arasındaki fark da eriyince kalkınca kimse seçemez olmuş onları bir daha.

İlyas da üzerine düşen görevi yerine getirdikten sonra geceye karışıp gitmiş.




CİVAN ARYA
2014- 2017
ANTALYA












* Hikaye, Kahramanmaraş yöresine ait bir türküden adını almıştır.

8 Ocak 2017 Pazar

Denize Düşen Yaş*




“Vicdan, insanın içindeki tanırıdır.”
                                                                                                                                    VİCTOR HUGO






















Herkes gibi amaçsız bir insan selinin içinde akıp gidiyordum nereye varacağımızı bilmeden. Benim de yaşamı unutturacak sayısız bahanem vardı. Peki, mutlu muydum? O haberden sonra nasıl mutlu olabilirdim ki? Nereden geldiğini anlamadığım bir el, ensemden tutup çıkardı beni içlerinden. Uykum sona etmişti. Gözlerimi açtığımda bir distopyanın kıyısına vurmuştum. Yerde soğuk bir gölge, ardımda vitrinlere yük olduğu her halinden belli olan bir yansıma. Sonra onları da gece aldı elimden. Artık hepten yalnızdım bu şehirde. Zaman da saatleri çoktan terk etmişti.

Rüzgârın bile girmeye cesaret edemeyeceği sokaklardan geçtim. Çöp konteynerinin üzerinden bir diğerine atlarken havada asılı kalan kedileri ağır aksak yürüyüşümle ardımda bıraktığımda falezlere varmıştım. Kayalardan birinin üzerine çıkıp ay ışığı altındaki denize baktım. Başım göğe değdi değecek... Üzerimdeki yük, bedenime ağır geliyordu. Ne bulduysam attım cebimden. İlkin elime zengin olma tutkusu geldi. Sonra patron olacaktım mesela. Ardından güzel bir ev ve de son model bir araba. Tabii, yanımda güzel bir kadın da olacaktı filmlerdeki gibi. Param için sevse de olur (yalnız bunu belli etmemeli). Çocuklarım kolejlerde okuyacaktı. Belki İngiltere’ye gönderirim. Kısacası Amerikan filmlerindeki gibi olacaktı her şey. Caddelerimde onca evsiz varken; her zaman yaşadığım ve hiçbir zaman yaşatmadığım mutluluğu satacaktım dünyaya.

Çağın hastalıları bulaşıcı olduğundan vücudumun tamamı kangrene kesmişti neredeyse. İçimdeki sızıyı biraz da olsa dindirebilmek adına yürümeye devam ettim. Dışarıdaki soğuk, içimdeki yangına iyi geliyordu.Yol üzerindeki apartmanlar, yalnızlığın abideleri olup göğe yükselmişti. Bir iki sokağın daha kaldırımını eskittikten sonra beyaz eşya satan bir dükkanın önünde durdum. Ağzı kanlı spikerin sunduğu savaşı ilk kez durmuş gördüm Ultra HD bir televizyonda. Yüzde on indirimdeymiş. Ekranda cansız bir çocuk bedeni. Son yaşını da denizler almış elinden... Üstelik anlaşmalı banka kartına da vade farksız dokuz taksit. Çocuk, tüm masumluğuyla karaya vurmuş. Anlaşılan yüreklerindeki umut, onları taşıyan bota  ağır gelmişti. Mutluluğu ve konforlu yaşamı bir arada sunan, çocukların özgürlüğü hep uçurtmalarında taşıdığı ve de  onu almadığımızda hep mutsuz olacağımızın altını dakikalarca çizen rezidans reklamları gelmeden evvel bir şeyler yapmalıydım ama ne?

Siz üstteki paragrafları okumakla meşgulken ben de ne yapacağımı çoktan bulmuştum. Şehirde, ülkede hatta dünyada ne kadar saat varsa hepsini kırmalıydım. Evet, kırmalıydım. Öyle de yaptım sonunda. Oturduğum mahalledeki evlerde, iş yerlerinde ve okullarda ne kadar saat varsa hepsini kırdım. Sonra diğer mahalleler, sokaklar ve de tüm şehir… Eteğimde biriktirdiğim akrep ve yelkovanları denize döktüm. Sarkaçların hepsini susturdum.

Vicdanlarımız, idam ipimiz olmayacak sanmıştım. Ölüme ağıt yakmak yerine kuşların şarkısına eşlik edeceğiz sanmıştım.Yüreklerimiz kıyıya vurmayacak sanmıştım. Artık çocukların ölmeyeceği bir dünyada yaşayacağız sanmıştım. Zamanı durdurabilirsem eğer savaşları da durdurabilirim sanmıştım… 

Bense onca sorgulama (yediğim dayağı anca ben bilirim) ve muayeneden sonra garip bir yerde buldum kendimi. Burada doktorlarla beraber bitiriyorum günü. Hep tuhaf tuhaf müzikler dinletiyorlar bize. Geleli üç ay oluyor. Uzun zamandır sakin olduğum için ilk defa pekiştireç verdiler bugün. Şimdi Alan’ın gelmesini bekliyorum. Maçımız var. Geçenlerde çay içmeye geldiğinde söylemişti.  Annesi de sıkıca tembihlemiş onu terliyken su içme diye. Acaba kar yağmış mıdır bizim köye? Sonra diğer çocukları da getirecekmiş bugün. Şimdiye yağmıştır çoktan. Yaa, çooook çocuk varmış orada. Gelecek o, biliyorum. Siz de göreceksiniz. Haa, bir de bana öyle tuhaf tuhaf bakmayın. Deli falan değilim ben. Dediklerine göre biraz fazla akıllıymışım (hep gülerek söylüyorlar) Hem ortada bir deli varsa o da sizsiniz. Bakın, dememiş miydim gelecek diye. Geldi işte...



CİVAN ARYA
ARALIK 2016
ANTALYA





*Sonsuz bir sevgiyle  Alan Kurdi'ye ithaf edilmiştir...

Leo Rojas

                                                                                    

Müziğe en güzel tanımlardan biridir Leo Rojas'ın sanatı. Ruh ve doğa iç içe... Size düşen ise sadece gözlerinizi kapatıp dinlemek.

Dinlemek için: Chaski

                         El Condor Pasa
                         
                         Son of Ecuador

                          Chica
                         
                       Colors Of The Rainbow    

“Aşk, insanın başına gelebilecek en iyi şeydir”


10 Kasım 1958

Sevgili Thom,

Bu sabah mektubunu aldık. Mektubuna kendi bakış açımdan cevap vereceğim, Elaine de kendi bakış açısından.

İlk olarak, eğer âşıksan bu iyi bir şeydir, hatta bir insanın başına gelecek en iyi şeydir. Sakın bunu küçümsemelerine izin verme.

İkincisi, aşkın çok çeşidi vardır. Biri bencil, cimri, açgözlü, egoist ve aşkı kendini beğenmek için kullanır. Bu aşkın, çirkin ve sakat çeşididir. Diğeri, senin içindeki iyi olan her şeyi dışa vurmanı sağlar. İyilik, itibar ve saygı. Sadece toplumsal saygı meselesi değil, bir başkasını eşsiz ve değerli görebilmeni sağlayan o daha yüce saygıyı da.

İlk çeşidi, seni hasta, küçük ve zayıf yapabilir, ikincisi seni güçlendirir, sahip olduğunu bilmediğin cesareti, iyiliği ve bilgeliği ortaya çıkarmanı sağlayabilir.

Bunun gelip geçici bir gençlik aşkı olmadığını söylüyorsun. Eğer bu kadar yoğun duygular hissediyorsan elbette gençlik aşkı değildir.

Fakat benden sana neler hissettiğini söylememi istemiyorsun diye düşünüyorum. Hissettiklerini, sen herkesten daha iyi biliyorsun. Sana bu konuda ne yapman gerektiğiyle ilgili yardımcı olmamı istiyorsun; bunu yapabilirim.

Öncelikle sonuna kadar hissettiklerinin tadını çıkar, müteşekkir ol ve şükran duy.

Aşkın amacı en iyi ve en güzel amaçtır. Ona ulaşmaya çalış.

Eğer birine âşıksan o kişiye açılmakta bir tehlike yoktur; yalnızca bazı insanların çok çekingen olabileceğini unutmamalısın, bazen ilan-ı aşk ederken bu çekingenliği göz önünde bulundurmak gerekir.

Kızlar senin ne hissettiğini bilmek gibi bir özelliğe sahiplerdir ama yine de hissettiklerinizi duymak isterler.

Bazen hislerine bazı sebepler dolayısıyla karşılık alamazsın; ama bu hissettiklerinin değerini ya da güzelliğini azaltmaz.

Son olarak, senin ne hissettiğini biliyorum, çünkü ben de aynı şeyleri hissediyorum; sen de böyle hissettiğin için memnunum.

Susan’la tanışmayı çok isteriz. Bu görüşmenin planlarını Elaine yapacak, çünkü bu onun uzmanlık alanı; çok da memnun olacaktır. O da aşkı biliyor, belki sana benden daha fazla yardımcı bile olabilir.

Ve sakın kaybetmekten korkma. Eğer doğruysa devam edecektir. Acele etme yeter. İyi şeyler asla elden kaçmaz.

Sevgiler,

Baban


John Steinbeck