“Vicdan, insanın içindeki tanırıdır.”
VİCTOR HUGO
Herkes gibi amaçsız bir insan selinin içinde akıp gidiyordum nereye varacağımızı bilmeden. Benim de yaşamı unutturacak sayısız bahanem vardı. Peki, mutlu muydum? O haberden sonra nasıl mutlu olabilirdim ki? Nereden geldiğini anlamadığım bir el, ensemden tutup çıkardı beni içlerinden. Uykum sona etmişti. Gözlerimi açtığımda bir distopyanın kıyısına vurmuştum. Yerde soğuk bir gölge, ardımda vitrinlere yük olduğu her halinden belli olan bir yansıma. Sonra onları da gece aldı elimden. Artık hepten yalnızdım bu şehirde. Zaman da saatleri çoktan terk etmişti.
Rüzgârın bile girmeye cesaret edemeyeceği sokaklardan geçtim. Çöp konteynerinin üzerinden bir diğerine atlarken havada asılı kalan kedileri ağır aksak yürüyüşümle ardımda bıraktığımda falezlere varmıştım. Kayalardan birinin üzerine çıkıp ay ışığı altındaki denize baktım. Başım göğe değdi değecek... Üzerimdeki yük, bedenime ağır geliyordu. Ne bulduysam attım cebimden. İlkin elime zengin olma tutkusu geldi. Sonra patron olacaktım mesela. Ardından güzel bir ev ve de son model bir araba. Tabii, yanımda güzel bir kadın da olacaktı filmlerdeki gibi. Param için sevse de olur (yalnız bunu belli etmemeli). Çocuklarım kolejlerde okuyacaktı. Belki İngiltere’ye gönderirim. Kısacası Amerikan filmlerindeki gibi olacaktı her şey. Caddelerimde onca evsiz varken; her zaman yaşadığım ve hiçbir zaman yaşatmadığım mutluluğu satacaktım dünyaya.
Çağın hastalıları bulaşıcı olduğundan vücudumun tamamı kangrene kesmişti neredeyse. İçimdeki sızıyı biraz da olsa dindirebilmek adına yürümeye devam ettim. Dışarıdaki soğuk, içimdeki yangına iyi geliyordu.Yol üzerindeki apartmanlar, yalnızlığın abideleri olup göğe yükselmişti. Bir iki sokağın daha kaldırımını eskittikten sonra beyaz eşya satan bir dükkanın önünde durdum. Ağzı kanlı spikerin sunduğu savaşı ilk kez durmuş gördüm Ultra HD bir televizyonda. Yüzde on indirimdeymiş. Ekranda cansız bir çocuk bedeni. Son yaşını da denizler almış elinden... Üstelik anlaşmalı banka kartına da vade farksız dokuz taksit. Çocuk, tüm masumluğuyla karaya vurmuş. Anlaşılan yüreklerindeki umut, onları taşıyan bota ağır gelmişti. Mutluluğu ve konforlu yaşamı bir arada sunan, çocukların özgürlüğü hep uçurtmalarında taşıdığı ve de onu almadığımızda hep mutsuz olacağımızın altını dakikalarca çizen rezidans reklamları gelmeden evvel bir şeyler yapmalıydım ama ne?
Siz üstteki paragrafları okumakla meşgulken ben de ne yapacağımı çoktan bulmuştum. Şehirde, ülkede hatta dünyada ne kadar saat varsa hepsini kırmalıydım. Evet, kırmalıydım. Öyle de yaptım sonunda. Oturduğum mahalledeki evlerde, iş yerlerinde ve okullarda ne kadar saat varsa hepsini kırdım. Sonra diğer mahalleler, sokaklar ve de tüm şehir… Eteğimde biriktirdiğim akrep ve yelkovanları denize döktüm. Sarkaçların hepsini susturdum.
Vicdanlarımız, idam ipimiz olmayacak sanmıştım. Ölüme ağıt yakmak yerine kuşların şarkısına eşlik edeceğiz sanmıştım.Yüreklerimiz kıyıya vurmayacak sanmıştım. Artık çocukların ölmeyeceği bir dünyada yaşayacağız sanmıştım. Zamanı durdurabilirsem eğer savaşları da durdurabilirim sanmıştım…
Bense onca sorgulama (yediğim dayağı anca ben bilirim) ve muayeneden sonra garip bir yerde buldum kendimi. Burada doktorlarla beraber bitiriyorum günü. Hep tuhaf tuhaf müzikler dinletiyorlar bize. Geleli üç ay oluyor. Uzun zamandır sakin olduğum için ilk defa pekiştireç verdiler bugün. Şimdi Alan’ın gelmesini bekliyorum. Maçımız var. Geçenlerde çay içmeye geldiğinde söylemişti. Annesi de sıkıca tembihlemiş onu terliyken su içme diye. Acaba kar yağmış mıdır bizim köye? Sonra diğer çocukları da getirecekmiş bugün. Şimdiye yağmıştır çoktan. Yaa, çooook çocuk varmış orada. Gelecek o, biliyorum. Siz de göreceksiniz. Haa, bir de bana öyle tuhaf tuhaf bakmayın. Deli falan değilim ben. Dediklerine göre biraz fazla akıllıymışım (hep gülerek söylüyorlar) Hem ortada bir deli varsa o da sizsiniz. Bakın, dememiş miydim gelecek diye. Geldi işte...
CİVAN
ARYA
ARALIK
2016
ANTALYA
*Sonsuz bir sevgiyle Alan Kurdi'ye ithaf edilmiştir...

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder