23 Ocak 2017 Pazartesi

Havada Kar Sesi Var


Öğretmen Erdal bey: 

Kış, bu yıl daha bir zor geçiyordu. Tipi, zalimliğinin doruğunda... Kar, lapa lapa tasvirini ardında bırakacak kadar haddini aşmıştı. Diğer günlerde de kasvetli havaya sis eşlik ediyordu. Çevre köylere aç hayvanların indiği, hatta bazı köylülerin hayvanlarını telef ettiği haberleri sudaki bir halka gibi önce bize sonra da diğer köylere yayılıp duruyordu. Yine bazı köylerde de mezarları deştiklerini öğrenince durumun vehâmetini iyice anlamıştık. Üstelik yollar kapalıydı ve dünya ile bağları yitireli iki ay olmuştu. Önümüz bayram... 

          İşte bahara hasret kaldığımız bu günlerde zaman bile donmuştu. Takvim yaprakları da anlamını çoktan yitirmişti. Günler, karlı çatılarda örselenip dururken sabah erkenden uyanır işlerimizi halleder sonra da nöbetleşerek devraldığımız sıkılma işi için kahveye giderdik. Omuzlarımızda yer edinmiş bu yükün ağırlığını paylaşmak gibi gizli bir anlaşma yapmıştık sanki. Burada akrep ve yelkovana tüm gücümüzle asılır, bir sonraki mevsime doğru olabildiğince hızlı bir şekilde çeviriyorduk. Eğer başarabilirsek baharı erkenden getirebilecektik. Ne yaparsak yapalım, olmuyordu. Yeni yerlerini yadırgayan sakinlerimiz, daha büyük bir özlemle eski semtlerine geri dönüyor ve daha  da küçük adımlarla ilerliyordu. Böylesi anlarda Tarkovski’nin yönettiği bir filmde sanırdım kendimi. Tüm işi gücü bir avuç insanla sıkılmak olan,  sabırlı bir başrol oyuncusu oluyordum. Acaba bizden başka  kim izlerdi bizi? Bilmiyorum. Dünden kalan memleket meseleleri, bugün de üzerine eklenen küfürlerle birlikte yarına sarkıyordu. Herkes, kendine bile hayrı olmayan sobanın başında düşlerine kıyafet biçiyordu. Kimisi komutan dövüyordu, kimisi de hayırsız bir kardeşin yüzünden kaçırdığı fırsatlara yanıyor, kimisi de sadece dinliyordu. En çok da komşu köydeki zenginlerin nasıl zengin olduklarına dair teoriler üretiliyordu. Kahvehane halkının hemfikir olduğu bir konu varsa o da onların gömü bulma ihtimalleri üzerineydi. Biraz daha romantik olanlar, gençken seviştiği kızların sayısını sanki bir noterin huzurunda tasdik edermiş gibi sayıyordu. Ve çoğu da dua ve methiyeler suna suna bitiremedikleri patronların yanına, yani; İstanbul’a gideceklerini yineleyip duruyordu. Çekimler bittikten sonra da evlerimize dönüyorduk. Yazın efendilik tasladığımız doğaya kışın itaat etmek gibi bir çelişkinin adı olmuştuk. Günler böyle gelip geçerken bayram günü de gelip çattı. O gece erkenden uyanıp bayramlıklarımızı giydik. Kar ve sisin içinde bayram ziyaretlerini de gerçekleştirdikten sonra yine yarım bıraktığımız nöbetimize devam etmek için kahvehanede toplanıp eski bayramların güzelliği üzerine bildiğimiz ne kadar kelime varsa hepsini masaya döküyorduk. Birden soğuktan kızarmış burnuyla, siyah paltolu bir genç içeri attı kendini. Telaşlıydı. Selama benzeyen bir şeyler mırıldandıktan sonra sanki dilinin çözülmesi için sobaya yaklaşması gerekiyordu. Öyle de yaptı. Bu, komşu köyden bizim İlyas'tı. Hemen kendisine sıcak bir çay getirdi kahveci. Birkaç yudumda bitirdi bardağını. Bir ulağın görevine yüklediği kutsallıkla haberi önce cümlelere böldü, sonra cümleleri kelimelere, kelimeleri de harflere... Parça parça verilen haberi birleştiren köylüler, başta inanmak istemeseler de gerçekten kaçamayacaklarını bildikleriden usulca başlarını öne eğdi.


Aliş:

O sabah erkenden uyandım. Babamın aylar öncesinden aldığı pantolonu ve pabuçları sandıktan çıkarıp büyük bir özenle giydim hemen. Üzerine annemin ördüğü kazağı da giyince köyün en yakışıklısı olmuştum. Fakirliğimize rağmen bunca masrafı benden esirgememişti ailem. Bayramlaşmaya ilkin babamla başladım. Sonra annemi öptüm. Kaç kere öptüm bilmiyorum. İçimden ona sarılmak, onu bir daha bırakmamak geliyordu ama yeterince geç kaldığımızın da farkına vararak evden ayrıldık. Annemin gözlerindeki o parıltı, buruk bir sevincin kırıntıları olarak kaldı içimde. Camiden çıkıp önce arkadaşlarımla sonra da yetişebilirsem eğer köyün büyükleriyle beraber ev ziyaretlerine gidecektim. İkinci ziyaret, gün içinde topladığımız şekerleri iki ile çarpmak gibi bir amaç taşıyordu. Bu durum, biz çocuklar arasında bir gelenek halini alalı yıllar olmuştu. Cebimden poşeti çıkardıktan sonra karşıma çıkan ilk eve doğru yol aldım sisi yara yara. Köyümüz birbirine uzak evlerden oluşuyordu bunun için her evin arasında geniş geniş boşluklar bulunurdu. Çok yürüyecektim. Günün sonunda da en çok şekeri toplayarak köyün içinde hava atacaktım. Torbaya düşen ilk şekerden sonra yüreğimi sıkıştıran ve nereden geldiğini bir türlü anlayamadığım bir hüzün de içimde birikmeye devam ediyordu. Bir iki evden sonra dayımların evi karşımdaydı şimdi. 



Güllü Hanım: 

Sesi halen kulaklarımdadır. Bir nene deyişi vardı ki… Kapıyı ancak onun kalbinin taşıyabileceği bir heyecanla çalardı hep. O gün de öyle çaldı yine. Aliş'ti bu. Bizim oğlan... Kapının sesini duyunca ağır aksak varabildim kapıya. Yaşlılık, bir ceset gibi ayaklarıma dolandığından soluk soluğa kalmıştım. Karşımdaydı. Bir güneş gibi parlıyordu yüzü. Bu gülüşle delip geçti sisi. Burnu ve kulakları, kızarmıştı soğuktan. Üşüdüğünü anladım. Eve aldım hemen. Sobaya yakın bir koltuğa oturttuktan sonra çay dolduğum bardağı uzattım ona. O, çayını yudumlarken en çok sevdiği tatlılardan da getirdim ona. Baklavayı pek severdi yavrum. Biraz ısındıktan sonra gitmesi gerektiğini söyledi. Gitmese olmaz mıydı? Keşke izin vermeseydim hiç. Nereden bilebilirdim ki? Sıkıca sarıldım ona. Bırakmak nedir bilmiyordum. “Nene, niye ağlıyorsun?” diye sormuştu. Bu sorunun cevabını şimdi daha iyi biliyorum. Gözlerimdeki yaşı bir kenara bıraktıktan sonra sıkıca öptüm yavrumu ve annesine selamlarımı gönderdim. 


Aliş:

Evden ayrılırken elektriğin olmadığı uzun kış gecelerinde nenemin anlattığı masallar, hikâyeler kısacası ona ait efsunlu sözler için ne denli minnettarlık duyduğumu ansıdım bir an. Elini öptükten sonra hem harçlığımı almıştım hem de tamı tamına bir avuç şeker vermişti bana. Çok geç kalmadan diğer arkadaşlarıma yetişmeliydim. Yoksa gün sonundaki hezimeti kaldıramayacaktım.


Güllü Hanım:

Aliş, yaşı kadar küçük adımlarıyla sisin içinde silinedururken “gitme oğul” demek istedim. "Gitme…" O an dilim, lal oldu. Öylece bakakaldım ardından. İçimi bir sıkıntı, yüreğimi de bir daraltı basmıştı. Biraz sonra buna havanın da neden olabileceği sanrısıyla salona attım kendimi.


Çerçi Zeko:

Sonradan edinmiş olduğumuz bilgiye göre Aliş adındaki bu çocuğun diğer çocuklarla beraber şeker toplamak için köyü gezerken gitmedikleri son bir ev kalmış. Bu evi de ziyaret edip şekerlerini aldıktan sonra büyüklerin grubuna da katılacak ve böylelikle ikinci şeker turuna çıkmış olacaklardı. Yoğun sisin altındaki bu eve güç bela varabilmişler. Nasıl bir cesarettir bu arkadaş? Anlamadım gitti. O sırada evin küçük kızı Hatice, koyunların yemini vermiş ve başlarında bekliyormuş koyunların. Babası da gitmeden önce ne olur ne olmaz diye köpeklerin zincirini açmış. Nasılsa herkes bayram ziyaretini bitirmişti. Bu  saatten sonra kimse de gelmezdi artık. İşte güç bela vardıkları bu evde köpekler saldırmış çocuklara…



Aliş: 

Etrafımız bembeyaz bir geceydi. Arkadaşlarım gibi ben de koşmaya başladım. Nefesim kesilecek gibi oluyordu. Korkuyordum. Köpekler,  yakalarsa beni paramparça edeceklerdi. Diğer çocukları da bırakıp bana doğru koşuyordu biri. Kalbim, üzerindeki bu yükü kaldırmakta zorlanıyordu. Her an beni yakalayacağı düşüncesiyle korkum katlanarak artıyordu. Etrafımdaki hiçbir şeyi göremiyordum. Ne taraftan gelecek onu da bilmiyordum. Biraz sonra sesler kesildi. Yürek çarpıntısından başka bir şey duymuyordum. Terlemiştim. Kendime geldiğimde şekerleri biriktirdiğim poşetin halen elimde olduğunu fark ettim. Bu duruma sevinse miydim yoksa üzülse miydim bilemedim. Biraz daha soluklandıktan sonra yolumu bulurum umuduyla bilinmezliğe doğru akıp gitti adımlarım. Bir perdeden diğerine geçiyormuşum gibi hissediyordum her seferinde. Nereden gelmişti bu şey başıma? Ne yapacağım şimdi ben? Kara bata çıka ilerlemeye çalışırken terli atletim adeta dağlara işleyen soğuğu bir sünger gibi emiyordu.

“Annemin ördüğü kazak da olmasa… Neredeyim ben? Ah… Eve bir varsam… Bir daha dışarı çıkar mıyım hiç?” 

Yürümeyi bıraktım, gözlerimi kısıp etrafımdaki seslere odaklandım bir müddet. Belki de beni aramaya çıkmışlardır şimdi. Belki de birazdan “Aliş” der biri. Belki de babam... Ah… Öyle bir sarılırdım ki ona… Hatta bütün şekerlerimi verirdim ona.”

Bir titremedir yapıştı yakama. Acıkmıştım. Hemen poşetteki şekerlerden birkaç tane yedim. Fazla yememeliydim onları çünkü akşama evde sayacaktım. Sonra o yıl köyün en çok şeker toplayanı olarak bir sonraki yıla kadar savaş kazanmış, mağrur bir komutan gibi geçirecektim günlerimi. Düşünmeyi de bıraktım. Karşıma ancak dibine vardığımda görebildiğim silik silik ağaçlar çıkıyordu. Ara ara koşuşturan bir şeyler de oluyordu çevremde. Az sonra bir uluma sesi duydum. Başka uluma sesleri de önce dağlara ardından yüreğime çarpıp çarpıp durdu. 

“Anne…”

Yürümeye devam ettim. Ne olursa olsun varacaktım eve. Birazdan bir yokuşu çıkarken buldum kendimi. Hayır, bir tepe olmalıydı bu. (Olabildiğince sessiz yürüyordum) Yoruldum. Yorulmuştum… Kirpiklerim bedenime ağır gelmeye başlamıştı. Daha önce hiç böylesi bir uykuya susamamıştım.


         Biraz daha yürüdükten sonra karşımdaki çukura girdim. Sırtımı karın tümseğine dayayıp soluklandım biraz. Göz kapaklarımda ağırlaşmıştı iyice… Yürümeye hiç mecalim yoktu. Beni bulacaklarından emindim ama... Şimdi evde olsaydım sobanın başından ayrılmazdım hiç. Hem de hiç...

“Anne… Anneciğim, sen misin?



Tanrının gördükleridir

Aliş, o çukurda soluklanırken uzun zamandır yapmaya fırsat bulamadığı çişini bırakırsa eğer ısınacağını akıl etti birden. Bu fikir sevindirmişti onu. Ayaklarına dolanmış titreme, şimdilik uzak duruyordu ondan. Sıcaklığın hazzı yüzünde bir tebessüm edecek kadar yer buldu kendisine. Daha önce hiç bu kadar rahatlamamış olduğunu fark etti. Sırtını dayadığı tümsek aniden pamuk yumağı oluvermişti. Sonra birden nasıl olduysa annesi çıkageldi. Artık sis, hepten dağılmıştı.

Aliş’ın gözleri kapandı.
Aliş, gözlerini açtı.
Aliş’ın gözleri kapandı.
Aliş, güç de olsa son kez açabildi gözlerini. 

O, gözleri kapandıkça daha da sıkı sarılıyordu şeker torbasına. Annesini gördüğüne sevinmişti. Çok mutluydu. Zor da olsa gülümsedi. Annesine sarılırken vücudunun kasıldığını hissetti, ruhuyla bedeni arasındaki bu gelgit sarstı ağır geldi ona. Olsun yine de annesi ona oğlum demişti ya, o annesine sarılmıştı ya hiç önemi yoktu bunların. Bir zaman sonra Aliş'in şeker torbasını sıkı sıkı tutan parmakları kendiliğinden çözülmeye başladı. Aliş, derin ve tatlı bir uykuya bıraktı kendini. Artık üşümüyordu. 


Muhlis abi:

Günlerce aradık. İlkin aklımıza ayak izlerini takip etmek geldiyse de akşamına doğru kar yağdığından yapamadık bunu. Sonra herkes; dört bir yana dağılıp, silahını, lambasını -ne bulduysa artık- yanına alıp onu aramaya başladı. Neyse ki ikinci gün kesildi kar. Eğer çocuğun başına bir şey gelmediyse bulabilirdik onu. Yine de zayıf bir ihtimaldi bizim için; çünkü tehlikeler bir zincir olup ayağından bağlamıştı kaderine bir kere. Babası en önde biz arkada her yeri aradık. Ertesi gün sis, dağıldı biraz. Yerde fıstık kabukları, şeker kaplamaları ve yenmemiş birkaç şeker bulduk. Biraz daha ileri gidince de ayakkabısının tabanına denk geldik. Çaresizliğimizin somut kanıtı olarak duruyordu karşımızda. Babasını zor sakinleştirebildik. Dört kilometrelik yolu ardımızda bıraktığımızda ise karşımıza dağın eteklerine tutunmuş Ö... köyü çıktı. Oradaki köylüler de bizi görünce yardıma geldiler hemen. Dağ taş demeden her yeri aradık. Üçüncü gündeydik ve umudumuz gittikçe tükeniyordu. Nihayet köyün su deposuna yakın bir yerden yükselen seslerle sessizliğin kuyusundan çıkabildik.

Onu… Onu bulmuştuk sonunda. Kapalı gözleriyle sırtını tümseğe dayamıştı. Bir gülümsemedir yüzünde donup kalmıştı öylece... Elinde de şeker torbası… Pantolonu buz tutmuştu. Ayakkabısının teki de yere yığılmış babasının elindeydi. Huzur, katı bir bedende yer edinmişti kendisine. Çocuk, tüm masumluğuyla karşımızdaydı. Nereden bilebilirdi ki bunun son gülüşü olduğunu? Aklımızda hep bu haliyle kaldı.


Öğretmen Erdal bey:

Ailesinin feryadı, halen dağlarda yankılanıp duruyor. O günden sonra çok şey değişti. Artık kahveye uğramaz olduk. Çocuk ve ölüm arasındaki bağın yanlışlığı üzerine hep beraber susuyorduk. Elimizden gelen en iyi şey buydu çünkü.
Tüm şevkimiz kırılmış ve baharı da beklemez olmuştuk.

Bazı haberler daha aldım köyden ayrıldıktan sonra. Bunlardan birisi çocuğun annesi, oğlunun ölümüne bir türlü inanmamış, inanamamış. Bunca acı, onda deliliğin rengini almış. Şimdi her yerde onu arayıp duruyormuş. Babası  da bir zaman sonra başında kasketi, elleri ve ayakları olan bir sigara paketine dönüşmüş. Yaz demeden kış demeden evinin bitişiğindeki taşın üzerinde beklemiş durmuş hep. Zamanla taş ile arasındaki fark da eriyince kalkınca kimse seçemez olmuş onları bir daha.

İlyas da üzerine düşen görevi yerine getirdikten sonra geceye karışıp gitmiş.




CİVAN ARYA
2014- 2017
ANTALYA












* Hikaye, Kahramanmaraş yöresine ait bir türküden adını almıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder