Umut, en son kaybedilen şeydir.
İtalyan Atasözü
“Az kaldı varmana. Biraz… Belki daha fazla... Ha gayret Deli Edip! Vardın, varacaksın bre…”
Kolay değildi gideceği yer. Daha yolun yarısındayken bile tıkanıp kaldı. Bir öksürük krizi, yakasından tutup yerden yere çarptı onu. Kendine geldiğinde bakışları köyüne çok benzeyen bir karartının üzerindeydi. Birkaç derin nefes aldı. Dağın doruğuna, Karataş’a, o heybetli kayaya gözlerinden bir umut bayrağı dikti. Oraya varacaktı. Sanki yarıda bıraktığı çocukluğu, yokluğuna bir türlü alışamadığı düşü orada bir yerlerde kendisini bekliyordu. Gel, diyordu ona. Gel… Varmalıydı. Yolu yarıladıktan sonra geri dönmek olur mu? Sonra nasıl bakacaktı aynaya, o çizgili bir pijamayı andıran yüzüne? Bir insan kendisine yenilir mi hiç? O yenilmemişti şimdiye kadar ve yenilmeye de hiç niyeti yoktu. Ne kendisine ne de başkalarına… Arkasından ne derlerdi sonra? İyice soluklandı. Elindeki mendili katlayıp yerine koydu. Cebindeki boşluk, tedirgin etmişti onu. Zaten yeterince boşluk yok muydu hayatında? Hele bir tanesi var ki yerine ne koyarsanız koyun dolduramazsınız. Bastonu koltuğunun altında sabitlendikten sonra iki elini sağ ayağına götürdü. Dengesini bozmadan yavaşça ileri attı. Diğer ayağı da aynı akıbeti paylaştı. Az gitti, sonra uz gitti. Dönüp ardına baktığında yine bir arpa boyu kadar yol gitmişti. Sinirlendi. Bastonu yere çarptı.
Derman kalmamıştı bacaklarında. Nefes nefeseydi. Yanı başındaki taşın üstüne oturdu. Başını kaldırdı ve karşıdaki şu kanyona baktı. Kar, yeni erimişti ya da eriyordu. Aylardan mart... Göl, dolup dolup taşmıştı yine. Ağaçlar, derin bir uykudan yeni uyanıyordu. Kuşların dilinde bir bahar şarkısı… Kışın yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışan kardelen, cemreden aldığı destekle kara ve toprağa ilk başkaldırısını geçenlerde yapmıştı. Ardından diğerleri... Gözünüzün görebileceği her yer, bu isyancılarla dolup taşmıştı. Kar, hâkimiyetini çoktan yitirmiş ve devir son demlerinde. Gökte bulutlar karardıkça gözlerindeki buğu da tüm bedenine yayıldı. Uzaklara, bir dürbünün bile göstermeye cesaret edemeyeceği kadar uzaklara baktı. Bir âh çekti ki en derininden. Bu ünlem, yerden yükselip göğe vardığında hava şiirlerdeki kurşun gibi ağırlaştı.
Kasketini çıkardı. Aklanmış saçları, düşünceleri gibi darmadağındı. Sıkıca göğsüne bastırdı. Sımsıkı… Yüreği, bir demirci ocağı gibi içten içe yakıyordu bedenini. Bulutlara uzanıp ilk damlayı aldı gökten ve yüreğine bastı. Çıkan ses, kulakları sağır edebilirdi. Cızzz… Ne yapsındı? Çok özlüyordu.
Hoyrat bir rüzgâr, çayırlardan, geçmişinden ne bulduysa yüzüne çarpmaya başladı. Önce bir toz, geldi gözünün altındaki yaş birikintisine yapışıp kalakaldı. Nasırlı ellerle sildi onu. Yârinin gülüşü geldi sonra yanağının en güzel yerine durdu kaldı öylece. Tutup öptü onu. Ardından köyünden keskin bir yoksulluk getirdi rüzgâr, nefesi kesildi. Kaç kere öksürdü bilmiyorum. Kasketi yüreğinin üzerinden kaldırıp ağzına götürdü. Onun olmayan dişlerle ısırdı. Biriken yaşa yer yoktu artık yüzünün atlasında. Bu adamı gören, eli kolu olan bir hıçkırık yumağı zannederdi. O, inledikçe sesi dağlara çarptı hatta sayfalardan taşıp da bazı okurlarımın kulaklarında yankılandı. Nerede bir inilti duyarsanız bilin ki bu, onun sesidir. Trafikte, uçakta ya da gecede…
Ve yağmur, devam ediyordu. Birkaç kere kalkmaya çalıştı. Zor oldu biraz ama başardı sonunda. Otlar da bir kayganlaşmış ki sormayın. Bir de sis çıkmıştı başına. Güç bela buldu bastonu. Doruğa bakıp söylenmeye başladı. Yaşlılık zoruna gidiyordu. Dağın babayiğit yokuşuna bir de gençliğine duyduğu özlem de eklenince yükü epeyce ağırlaştı. “Pehhh Deli Edip! Pehhh ki ne pehhh! Kırk yıl önce deselerdi inanmazdın bu haline” dedi. “Bir insan çok yaşayıp yaşlanacağına erkeninden ölsün. Ne güzel… Her kula da nasip olmaz ki bre. Mesela yaşın altmış mı oldu gözünü sevdiğimin karalardan Azrail gelsin işte. Nasılsa bir gün gelmeyecek miydi kendiliğinden? İşi bitirsin hemen. Ele ayağa düşmektense…” Birkaç adım daha attı. Pür dikkat etmesi gerekti. O yaşını, dizini, romatizmasını ve hüznünü ardında bırakıp yürümeye daha doğrusu tırmanmaya devam etti. Düşüncelere boğulmuşken nereden geldiği anlaşılmayan çocukça bir kahkahayla aniden irkildi. Etrafına bakındı bir müddet. “Kim var orada?” diye ünlendi. Çıt yoktu etrafında. Üstelik üstü başı sis içindeydi. Kesin bu ses de diğer şeyler gibi bunaklığımın bir tezahürü, diye düşündü. Biraz sendeledikten sonra (başı dönüyordu) yola devam etti. Birkaç adım daha atmışken aynı ses yine ayaklarından kulağına dek yaladı onu. Bir soru işareti olup hiddetlendi namına yakışır edayla “Kim var orada?” Kendine itiraf edemese de dizlerindeki titreme bedenine yayıldı. Yoksa… Yoksa, birisi mi onu takip ediyordu? Etrafına bakındı sessizce. Yoktu kimsecikler. Alçak kalbi, bu gizem karşısında iyice yük oldu bedenine. Hırslandı. Yürümeye devam etti. Ne yapıp edip varacaktı oraya. Ondaki bu inat, çeliğe diz çöktürürdü. O, yürümeye devam ederken siz okuyucularımın da Deli Edip gibi nereden geldiğini bir türlü anlayamadığınız bu ses; dağa, taşa, kayalara çarpıp çarpıp zamanın izinde henüz keşfedilmemiş bir tende küle dönüşmeden evvel gittiği her yere neşe bulaştırmaya devam etti.
Ve o, yürümeye devam etti. Adımlarıyla birlikte kulaklarında çınlayan sesin de tekrarı arttı. Sis yetmiyormuş gibi bir de gece, işgal etmeye başladı göğü. Yol, biraz daha edepsizleşti. Sanki ressamın biri, işini gücünü bırakmış, onun karşısına çıkacak olan kayalara (dikkatli baktığınızda siz de görebilirsiniz) -ondan birkaç adım önde- yıllardan bu yana hasret kaldığı o umudu, gülüşü, güzellikte bir putu andıran yüzü hızlı hızlı çizip bir diğerine geçiyordu.
Bilmem nicedir geçtiği kayalardan sonra nihayet bir tanesinin yanına varıp oturdu karşısında. Deli Edip’i gören Kaya, kalıplaşmış ifadelerin sertliğine tamah etmeyip yumuşadı utancından. Sonra bir gülümsemedir aldı yüzünü. Gördüğü manzara karşısında gözleri büyüdü Edip’in. Bu, oydu. Başını kaldırıp az ilerdeki kayaya baktı sonra. O da gülümsüyordu. Üstelik yürek okşayan bir tadı vardı. Uzun zamandır yitirdiği huzuru bu taşlarda bastı yüreğine. Kalbi bugün ne çekti bu zalimin elinden. Aklını da ardında bırakıp diğerlerine koşup durdu. Ve gece, sisin de hakkından geldi.
Memed, çok çalıştı. İneklere yem verdi. Ahırı temizledi. Solgun yüzlü güneş, tepesine dikildiği vakit acıktığını ve yorulduğunu farkı etti. Babası nasıl olmuştu acaba? Elini yüzünü yıkayıp eve doğru yol almaya başlamışken büyük kızı Dilan’ın da kendisine doğru koştuğunu gördü. Yanına vardığında dedesini görüp görmediğini sordu. Hayır, görmemişti Memed. Bir şey mi oldu? Dilan, sabahtan beri her yere baktıklarını ama yine de göremediklerini söyledi. Üstelik doktorun mutlaka yatağında kalıp dinlemesi gerektiğini de yineleyerek. Memed, hızlı adımlarla vardı eve ve eşine duyduklarının doğru olup olmadığını sorgulayan bir bakış attı. Elif, gözü yaşlı başıyla, haberin doğruluğunu onadı. Kış vakti nereye gidebilirdi peki? Annesi son solukta önce Allah’a sonra da kendisine emanet etmemiş miydi onu? Böyle mi sahip çıkacaktı babasına? Elif, çocuklarla birlikte köyün içine babasını aramaya gittiğinde Memed, yalnız kaldı. O da evin her yerine baktı. Belki de komşulardan birine gitmiştir, diye düşündü. Bu esnada gözündeki umut; ışık oldu, göğe yükseldi ve bir yıldız oldu. Salondaki kolunun yanına yığıldı, ayaklarını karnına doğru çekip bir ileri bir geri gidip geldi. Bekliyordu. Elif, içeri girdiğinde köyde de her yere baktıklarını ama yine de göremediklerini söyledi. Üstelik köylüler de bihaberdi. Bu kelimelerdeki kayıp mana üzerine Memed, başı kesilmiş bir tavuk gibi çırpınmaya başladı yerde. Ev halkı, Memed’i ilk defa bu halde gördü. Elif, çabuk su getirin, diye bağırdı. Başına döktüler biraz, zorla içirdiler. Az sonra kendine gelen Memed, yığıldığı yerde yanındakilerin hıçkırıklarıyla eşlik ettiği çaresizliğe aldırış etmeden sobadan çıkan ve tavanda daimi bir yer edinen alevin oyununu izliyordu. Tüm bunlar olurken gece; bacadan, pencereden ve kapıdan içeri sızmaya devam etti. Aklına gelen bir düşünceyle tüyleri ürperdi. Eğer korktuğu şey başlarına geldiyse işleri yaştı gerçekten.
Memed, babasını iyi tanırdı. Annesinin ölümünden sonra dünyayla bir bağı kalmamıştı artık. Ölümüne hiç inanmadı ya da inanmak istemedi. Bir keresinde babasının saatlerce o heybetli kayaya bakıp bakıp bir çocuk gibi hıçkırdığına tanık olmuştu. Sanki biri gelip onu bu mutluluğundan alıkoymak istemişti. Zaten hep öyle olmaz mı? Ne zaman bir gülücük, yüzümüzde yer etse kendine, eli fırçalı insanlar ivedilikle siyaha boyarlar onu. En büyük sermayesi sevgi olan insana onuru, insanca yaşamayı, mutluluğu ve de bir gülüşü neden hep fazla görürler? Bir insanı sevmekle başlamıyor muydu her şey? Dünyayı güzellik kurtarmayacak mıydı?
Ve el fenerini alıp deliler koşmaya başladı. Ardından Elif… Köyün meydanından geçti önce. Gideceği yeri biliyordu şimdi. Babasından payına kalan el fenerinin cılız ışığındaki silik ayak izleriydi. Doğruca takip ettiğinde yol tahmin ettiği yere gidiyordu. Mezarın üzerindeki kar temizlenmişti. Taşların üzerindeki buzlar da kırılmıştı. Annesinin mezarı da bir kardelen olup çıkmıştı gecede. Gittikçe cılızlaşan ışıkla etrafına bakınan Memed, bastonlu ayak izlerinin devam ettiğini fark etti. Adımlarını hızlandırıp gittiğinde rotasının Karataş olduğunun hazin farkına vardı. Elif, dedi. “Elif, babam kurdun kuşun ve bu soğuğun içinde Karataş’a gitmiş.” Elif de anlamını yitiren gözlerle sordu ona “Neden gitsin ki?” Memed, “çünkü babam annemle orada tanışmış, birbirlerini orada sevmişler. Daha çocukken… Babam, kendi hayvanlarına çobanlık yaparken annemi de dedemin yanında görmüş bir keresinde. Annem de o zamanlar dedeme azık getirirmiş. Sonrası malumundur işte. Bu yol oraya gidiyor. Babam, anneme gidiyor.”
Ve kalem, son solukta şunları yazdı kağıda: Deli Edip, uğruna didindiği o yere, Karataş’a, o heybetli kayaya varacak mıydı? Ayakları nereye kadar götürdü ya da götürecekti? Memedler, gecenin bu saatinde bulabilecekler miydi onu? Her ne kadar bu hikâyenin yazarı olsam da karanlık, bir yere kadar müsaade etti yazmama. Ben de sizin gibi seçemez oldum. Şimdi masamın karşısında, pencerenin camına yansıyan yüzümü bir kenara bırakıp, yağan karın altında Memedlerin pili iyice azalmış el fenerinden çıkan arık ışığı takip etmeye çalışıyorum. Bir müddet sonra onları da hepten yitirmiştim. Artık el fenerinin ışığı da görünmüyor. Sanırsam pili bitti…
CİVAN ARYA
KASIM 2016
ANTALYA

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder