Deniz bile olsan, yağmurda ıslanırsın.
Cahit Külebi
Bir bekleyişin adıdır insan. Çoğu zaman neyi beklediğini bile bilmeden yaşayıp durur öylece. Bir umut, bir işaret ve belki de bir ölüm... Sadece bekler mi? Hayır! Onun dipsiz kuyuları da vardır mesela. Ne kadar taş atarsanız atın dolmak bilmez. Yalnızlık, en derin olanıdır. O da evrende yalnızlığı kadar yer kaplıyordu işte. Ne gelirdi elinden? Anlamsız bir kalabalığın içinde neden ısrarla tutunmuştu ona?
Düşüncelerini ardında bırakıp gözlerini çerçeveye hapsolmuş kadının yüzünden kurtardı. Artık ne yapması gerektiğini biliyordu. Hemen oturduğu yerden kalktı ve aramaya koyuldu. Önce bir şemsiye, ardından birkaç kâğıt ve vasat bir kalem.... Tüm bunlar olurken annesi gözlerini aralayıp sordu.
“Bir şey mi oldu?”
“Hayır!”
“O halde ne arıyorsun?”
“Şey, bilmiyorum. Seni de uyandırdım.”
“ .....”
Biraz bekleyişin ardından bu meraklı gözlerin akıbetini gecenin sessizliği belirledi. Şimdi bıraktığı yerden devam edebilirdi. Dışarı çıktığında göğü işgal eden kara kara bulutlar, kızıl saçlı meteoroloji uzmanının tespitini çoktan haklı çıkarmıştı. Kalemi ve kâğıdı paltosunun cebine koyup gecenin demine bir şemsiye açtı. Bir adımı önde ötekisi arkada kimsesiz bir sokaktan geçti ve gideceği yere vardı. Sahilde, yıllanmış teknelerin eşiğindeki bir yüzü ıslak kütüğü ters yüz ettikten sonra üzerine oturdu. Köprünün yanı başındaki Bulvar Market’ten aldığı biralardan birini çıkarıp kütüğün de yardımıyla açtı. Poşette bir bira ve bir de gecenin bu saatinde Barış abiden kalan şaşkın bir yüz ifadesi vardı. Ama o, bunları umursamadan içti. İçtikçe gevşedi, kulakları kızardı. Tüm bunlar olurken fırtınanın edepsiz tutumuna kızan deniz, iyice yoruldu debelenmekten. Bir süre sonra fırtınanın durmasıyla o da uykusuna daldı.
Isınmıştı biraz. Paltosunun düğmelerini açtı. Denizi izlerken bulutlardan önce cılız sonra da gittikçe gürleşen bir ışık yağmuru başladı. Şaşkın ve meraklı bir ifadeyle başını kaldırıp göğe baktı, ışığın geldiği yere. Gözlerini yavaşça yere indirdiğinde deniz; dev bir projeksiyonun perdesi olmuş ve başrolde onun oynadığı bir filmi gösterime sunmuştu.
Parkta Sarya'yı beklerken buluyor kendini. Bankta oturmuş sıkılmakla meşgul... Ardından bir rüzgâr kopuyor. Kum, toz, duman… Sonra tüm bu hengâmede bir gazete sayfasının ayağına dolandığını fark ediyor. Eğilip aldığında Газеты Правда başlığının altında denizde boğulmak üzere olan bir kadının elleriyle kendisine tutunma çabasını görüyor. Kamera; fotoğraf makinesinin lensine bulaşan kederi, acımasızca saniyelere döküyor. Kadındaki ölüm sıtması, artık onun gözlerine de bulaşmıştı. İzlemeye devam etti.
Sevgilisi gelebiliyordu nihayet. Kırmızı kelimelerle sesleniyordu ona.
“Merhaba canım, kusura bakma… Geç kaldım.”
“……”
“Canım…” dedikten sonra usulca dokunuyordu.
“Hoş geldin!” diyordu o da.
“Durgun gördüm seni. Ben yokken canını sıkan bir şey mi oldu? Kızgın mısın bana? Yok, sen bana kızgınsın. Tanırım ben seni. Biliyorum, özür dilerim. Ne yapayım? Tam yurttan çıkacakken bir memur, beni anons etti. Gitmek zorunda kaldım. Sonra onca gereksiz işlem… Neymiş bir belgem eksikmiş. Bilirsin ülkemizi...” diyor.
“Yok, kızmadım.”
“Kızmadıysan sorun yok öyleyse. Haydi, gül biraz!”
Kalkmadan önce gazetedeki kadını elinden tutup boğulmaktan kurtarıyor onu. Arya’nın meraklı gözlerine aldırış etmeden katlayıp cebine koyuyor. Filmin jeneriğinde Erik Satie’nin Once Upon A Time In Paris’i… Günü gece ettikten sonra elinde Cem’in kadehi, şöminedeki ateşin geceyle dansını izlerken bir idam ipi gibi boynundaki gizemli kadının kimliği, nefes almasını zorlaştırıyordu. Bir sigara yakıyor. İki, üç… Gözleri tavanda, soru işaretlerini izliyor. “Keşke…” diyordu. “Keşke bu sandalyeyi devirmek elimde olsaydı.”
Tüm bu geri dönüşleri bir kenara bırakıp şişeyi eline aldı ve içmeye devam etti. Bu arada poşetteki diğer biranın yanında yer alan Barış abinin şaşkın yüzü artık bu durum karşısında meraklı bir ifade almıştı. Siz bu yazıyı okurken üç gün öncesinde İtalya’nın Castelsardo kasabasındaki küçük Rozella, şakalaşmak için annesi Maria’nın üzerine hortumla su tutmuş, onu ıslatmıştı. Bunun üzerine Maria, kızına bir haftalık dondurma yememe cezası verdikten sonra üzerindeki bluzu tele asmıştı. Islak pantolonunu da çıkarmış ve duşa girmişti. Maria’yı ilk defa sutyeni ile gören komşunun ergen oğlu Alberto da bu hadiseden hemen sonra duşa girmişti. Bir saatten fazla kaldığı için annesi kulağını çekse de o, buna değdiğini düşünüyordu. Bu esnada güneş; tam tepeye yükselmiş, elbiselerdekilerle birlikte bahçedeki su da buharlaşmaya başlamıştı. Duştan çıkan suyun buharıyla karışan bahçedeki buhar, rüzgârın yardımıyla, İtalya’dan yola çıkan bulutlara karışıp hiçbir gümrüğe takılmadan Antalya’ya kadar ulaşıp, şu anda Çıralı’da şemsiyenin altında bulunan bu hikâyenin kahramanı üzerine yağarken o, filmi yarım bıraktığı yerden izlemeye devam etti.
Arya’yı uyandırmadan ceketine yöneliyor. Cebindeki gazete sayfasını çıkarıp üzerindeki fotoğrafa bakıyor sonra internetten edindiği numarayla elindeki ekin editörünü arıyor hemen. Sekreter, bu saatte gelen aramayı yorgun kelimelerle cevaplıyor:
“Газеты Правда… Buyrun!”
“Merhaba… Gazetenizin kitap ekini çıkaran editörle görüşmek istiyorum.”
“Kiminle görüşüyorum?”
“Ben… Ben Fırat Yüksel.”
“Ne konu hakkında görüşmek istediniz Fırat Bey?” diye soruyor.
“Sadece editörün kendisine anlatabilirim.”
“Yalnız şu anda çok yoğun kendisi.”
“Olsun” diyor o da.
“Bir saniye lütfen…”
Genç kadın, biraz mırın kırın etse de gelen görüşmeyi beklettikten sonra bağlıyor editöre.
“Buyrun!”
“Kusura bakmayın, rahatsız etmek istemezdim ama…”
“Buyrun, dinliyorum.”
“Benim için çok önemli.” diyordu
“Zaten bu saatte aradığınıza göre…”
“Bugün parkta otururken gazetenizin geçmiş yıllara ait bir kitap ekine denk geldim. Daha doğrusu o bana denk geldi. Neyse… Bir kadının gece çekilmiş bir fotoğrafı var üzerinde. Boğulmak üzereyken… Çırpınışı siyah-beyaz bir karede. Fotoğrafın altında da bir metin var ama su nedeniyle yazının mürekkebi dağılmış ve okunamayacak bir halde. Bu kadın kim, nasıl öğrenebilirim?”
“Gece yarısı beni bu saçma şey için mi rahatsız ettiniz gerçekten?” diyor editör.
“Rahatsız ettiğimin farkındayım. Lütfen... Çok önemli benim için.”
“Deli misin kardeşim? İşim gücüm var benim. Bir de seninle mi uğraşayım?”
“Deli miyim? Belki de… Bakın haklısınız; ama başka bir çarem yok. Lütfen…”
“.....” Hey Allah’ım! Tamam, tamam. Bana sayfanın sağ üst köşesindeki yıl ile birlikte ekin çıktığı ayı ve sayıyı söyle hemen?” dedikten sonra ağzındaki puroyu küllüğe bırakıyor.
“Söylüyorum: 1992 yılının Mart ayında çıkmış ve 5. sayı... Sayfa 24.”
“Bekle bir dakika... Raftaki dosyalara bakmam lazım”
“Tabii, bekliyorum.”
“ …”
“ ….”
“ ….”
“..…”
-“…”
“Alo, orada mısın?”
“Evet, bir şeyler bulabildiniz mi?”
“Evet ama bu konu benim kapsamım dışında kalıyor.”
“Nasıl yani? Biraz daha açabilir misiniz?”
“Dinle öyleyse.”
“Dinliyorum.”
“Benden önce editörümüz Ömür hanım burada çalışmaktaydı. Verdiğin ek numarası ve yıl, onun döneminde çıkmış. Kendisi de aramızdan ayrılalı çok oluyor. Onun editör yardımcılığını yapıyordum. Şimdi yerine ben bakıyorum. Kamera kayıtlarından görüldüğü üzere; 07 VS 163 plakalı Volvo'dan (bu onun aracıydı) elindeki kâğıtlarla çıkıyor ve denize doğru yürümeye başlıyor. Bir süre sonra kayboluyor. Arama çalışmaları başlasa da bulunamadı bir daha. Güçlü bir karineye bağlı olarak Ömür hanım artık aramızda yok.”
“Yazık… Yazık olmuş kendisine…”
“Evet, öyle oldu… Bu olay yaşanmadan önce editörlüğünü yaptığı tüm ekleri de odasındaki sobada yakmış. Gerçi bir kitap eki kalmıştı masasının üzerinde. Hangi sayı bilmiyorum ama.”
“Rica etsem, bakabilir misiniz?”
“Biraz beklemen gerekecek. Bunun için arşiv odasına gitmek zorundayım”
“Beklerim”
“…..”
“…..”
“…..”
“…..”
“ Alo!”
“Buyrun! Dinliyorum.”
“1992 yılının Mart ayında çıkmış ve 5. sayı demiştin, değil mi?”
“Evet, bulabildiniz mi peki?”
“Şanslıymışsın. Elimdeki sayı ile senin verdiğin bilgiler örtüşüyor. Peki, sayfa kaç demiştin?”
“Gerçekten mi? Sayfa… Sayfa 24!” dedikten sonra heyecanını dindirmek için bir yudum su içiyordu.
“Bakıyorum şimdi.”
“…..”
“Maalesef 24. sayfa ekten yırtılmış.”
“Efendim? Emin misiniz? Dikkatli bakın lütfen.”
“Evet, eminim. Yok işte!”
“Şansıma tüküreyim. Zaten şanlı olsam… Sizi de uğraştırdım o kadar.”
“Belki sahaflardan bulabilirsin. Fazla ümitlenmesen iyi edersin yine de. Neyse işimin başına dönmem lazım”
“Tamam, teşekkür ederim.”
Ahize uzun süre ayrı kaldığı gövdesine yeniden kavuşmanın sıcaklığıyla uykusuna devam ediyor. O da sevgilisinin yanına kıvrılıp ışığı kapatıyor. Ömür hanım, ekteki kadın ve 24. sayfanın yokluğu… Yatakta dönüp duruyor. Aramadığı sahaf, eki aratmadığı arkadaşı kalmıyor. Yok işte yok…
Filmde uyuduğunu gördükten sonra gözlerini şişeye dikti. Bu arada rüzgâr, hikâyenin akışı için yağmur bulutlarını, o kara bulutları başka yazarların hikâyelerine taşıdı. Bu esnada gök, genç bir kız titrekliğinde göğsünden iyice çıkardı ayı. Üzerindeki yıldızlar, sim serpiştirilmiş gibi duruyordu şimdi. Tutup öpmek istedi. Şemsiyesini attı, kazağını çıkardı ve Olympos’a, tanrıların ve güzel kadınların kadim şehrine doğru yola koyulmaya başladı. Kum, çakıl taşları ve soğuk, ayakları altında ezilmeye devam ediyordu. Belki de Zeus, bu soruların cevabını biliyordur, diye düşündü. Ardında Barış abinin hazin yüzü ve yarım kalan şişenin kederi…
Bu sefer gölgesi onunla kalkmadı. Olduğu yerde öylece kalakaldı. Barış abinin hemen yanı başında. Şuracıkta… Bıkmıştı artık. O da diğer insanlar gibi bir kere geliyordu dünyaya. Kararlıydı… Kendi et yığınlarını bile taşımaktan aciz ruhlara yaptığı kölelik, yormuştu onu çoktan. Şu giden zavallıyı izlerken; kölelik tabiatıma aykırı benim, dedi. Uzandı sırtüstü. Güneş yükseldikçe o da kıpırdamadan öylece baktı. Eve dönüşü gecenin son soluklarındaydı. Helios, adımlarını iyice hızlandırdı. İçindeki ölüm korkusunu silmek için yarım kalan şişeyi hemencecik bitirip yana attı. Eskimiş paltonun cebindeki kalemi alıp bir şeyler karaladı kağıda. İyice zayıflıyordu gövdesi. Saniye saniye eriyor, siliniyor, yok oluyordu. Denize ilk adımını atmasıyla birlikte kalbinin daha da zayıfladığını fark etti. Derin derin öksürdü. Ardından ikinci adımı hızlı attı. Üç, dört… Gölge, iyice denize karışıp kaybolduğunda geriye Barış abinin son kez baktığı gök kalmıştı.
CİVAN ARYA
EYLÜL 2016
ANTALYA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder