8 Haziran 2017 Perşembe

Cennetin Rengi / Rang-e khoda


Gözün her şeyi görmeye yettiğini söyleyebilir miyiz?
Cevap "evet" ise bu nedenle midir hayata nasıl ve nereden baktığımızın bir önemi olmaması?
Hayır! Göz her şeyi göremez. Yaşamak istiyorsak ellerimizi cebimizden çıkarıp şu buluta, göğe ve de hayata dokunmak gerekir. Umuda ve sevgiye... Yoksa hep güdük kalır bir yanımız. Muhammed'in elleri göz, kalbi de kirpik tüm film boyunca. Milyarlarca göz onu, yani; tanrıyı göremezken o bunu minik elleriyle başarıyor. 



CİVAN ARYA
SİNEMA VE HAYAT
HAZİRAN-2017

7 Haziran 2017 Çarşamba

Nesîmî- Merhaba



MERHABA

Merhabâ hoş geldin ey rûh-i revânım merhabâ
Ey şeker-leb yâr-ı şirîn lâ-mekânım merhabâ

Çün lebin câm-ı Cem oldu nefha-i Rühu'l-Kudüs
Ey cemilim ey cemâlim bahr u kânım merhabâ

Gönlüme hîç senden özge nesne lâyık görmedim
Sûretim aklım ukûlüm cism ü cânım merhabâ

Ey melek sûretli dil-ber cân fedâdır yoluna
Çün dedin lahmike lahmi kana kanım merhabâ

Geldi yârım nâs ile sordu Nesîmî neçesin
Merhabâ hoş geldin ey rûh-i revânım merhabâ

NESÎMÎ

30 Mayıs 2017 Salı

"Hayat, hikâyedir. Ve bir insanı sevmek,onun hikâyesini sevmektir."
                          
                                                                              Martin Heidegger

28 Mayıs 2017 Pazar

Bir Gölgenin Ağacı



Bir ağaç... 
Bizim Deli Kemal'in ağacı. 
                         ki gölgesi yüreğimde
Bayrağı olmuş yapraklar
                                       arsız rüzgârın…
Kaç insanı eskittiğini bilmeden.
Eyninde kaç soluk aldı zaman,
                                          bilmeden…
Güneşe açmış kollarını... 
Şu bulutu da geçtiğinde değecek elleri Tanrı'ya.
                                                                         az kaldı...

Çoktandır yağmur okşamamıştı tenini.
Önce bunu hatırladı.
Gölgesine hapsolmuş bedenine baktı.
Baktı ve sustu...
Şiirini yalnızlık ve gece emzirmişti.
Bunu da hatırladı.

Nâzım'ı da unutmamıştı.
Saldı köklerini yaşama daha bir inatla...


Ne çok şey biriktirmişti bunca yıldır
                                                      dilinden anlayabilene..               
O,
Geniş zaman yalnızlığı ve şimdiki zamanının suskunluğu…
Ve ancak bir nokta bitirebilir şiirini hiç başlamadan.




CİVAN ARYA
MAYIS-2017
ANTALYA



26 Mayıs 2017 Cuma

Rahatı Kaçan Ağaç



Tanıdığım bir ağaç var
Etlik bağlarına yakın
Saadetin adını bile duymamış
Tanrının işine bakın.
Geceyi gündüzü biliyor
Dört mevsimi, rüzgarı, karı
Ay ışığına bayılıyor
Ama kötülemiyor karanlığı.
Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredin. 




Melih Cevdet Anday

25 Mayıs 2017 Perşembe

Gri Bir Kedi, Gece ve Yalnızlık



istanbul manzarası yağlı boya tablolar

Başını öne eğmiş, kaldırımdaki çizgilere basmadan yürüyebilmek için çok çaba sarf ediyordu. Hatta az önce bunlardan birine basmak üzereydi ki göğün gürültüsüyle kendine geldi ve bu yanlıştan kurtulabildi. Gürültü, sadece bununla da yetinmeyip ağzındaki ıslığın yerine gündelik yaşamın endişe taşıyan kelimelerini de sıkıştırdı. Eğer bunu söylemeye mecali olsaydı o gün ne denli yorgun olduğunu da duyabilirdik kendisinden. Yürümeye devam etti. İkinci gürleme daha da şiddetliydi. Bunun üzerine başını kaldırıp göğe baktı. Kara kara bulutları çoktan ardında bırakmış bir yağmur damlası, tam da burnunun ucuna kondu. Biraz sonra yüzünde oluşacak olan gülümseyişin sebebi de buydu.

            Bin beş yüz iki kaldırım taşını ardında bıraktıktan sonra evine varabilmişti nihayet. Bu arada hava biraz soğumuş ve fırtına başlamıştı. Nicedir havasız kalan odaya girince perdeyi çekti, pencereyi açtı ve dibindeki koltuğa bıraktı kendisini. Sanki günün yorgunluğu yetmiyormuş gibi her gün bu yolu yürüyordu bir de. Dinlendi biraz, bir şeyler atıştırdı sonra. Masanın üzerindeki faturalara ayın ilk gününe gebe takvim de eklenince  sıkıldı canı. Elektrikler de kesileli bir hafta olmuştu.Yatağına girip üzerine battaniyeyi çekti. Pencereden dalgaları izledi bir müddet. (Şu martılar ne inatçı şey arkadaş. Bari bu havada kesin uçmayı. Gerçi martı onlar. Başka ne bekleyebilirim ki?..) Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra komidinin üzerinde (yaklaşık bir ay olmuştur) kendisini yirmi ikinci sayfada bekleyen hikâyeyi okumaya koyuldu. Bir iki sayfadan sonra sıkılıp bıraktı. Birkaç yudum daha aldı kahvesinden. Biraz soğumuştu ama... Buğulanmış camı koluyla sildi. Uzun uzun dışarıdaki yağmuru izledi. Konuşmak istediyse de kendisinden başka kimse yoktu burada. Vakit akşam olmuş ve cama bulaşmış mavi beyaz lekenin yanına ahengini akşamdan alan yansıması da eklenmişti.Onu fark etti birden. Şimdi iki kişi olmuşlardı. İlkin garipsedi. Birkaç bakış attı. Şimdi hiç kıpırdamıyor ve öylece bakıp duruyorlardı birbirlerine.

       Kendine geldiğinde dışarı bakmayı da bıraktı. Rehbere sarıldı hemen. Arayabileceği birkaç kişi vardı. Müsait miydiler acaba? Olsun, denemeye değerdi. Birkaçını aradıktan sonra değmediğini anlayacaktı. Kimisi hastaydı, kimisi iş nedeniyle şehir dışındaydı kimisi de aramaya cevap bile vermedi. Ahizeyi hüzünlü bir tonda  bıraktı yerine. Gitmiş miydi acaba? Dönüp baktı. Hayır, yine aynı yerindeydi ve bakmaya devam ediyordu. Bir an çıldıracağından korktu.
            
         Kalemi alıp bir şeyler karalamak geçti içinden. Öyle de yaptı. Nicedir yarım kalan şiirlerine göz attı. İlham denen şey, genellikle yağmurlu havalarda  buluyordu kendisini. Ne yapıp ettiyse de tek bir harf bile yazdıramadı kalemine bu defa. Dikkati dağılmıştı bir kere. Sönmekte olan mumu yenisiyle değiştirdi. Duvardaki Haydarpaşa Garı tablosuna, oradaki balıkçı teknelerine, iskeleye baktı uzun uzun. Dışarıdakiler yetmiyormuş gibi tablonun içinde de yerini çoktan almıştı martı efendiler. Bir ara şöyle bir gidip geldiler. Odanın ortasında sesleri yankılanıp durdu. Ah… Bir rahat bırakmadılar gitti. Mumun ışığı, tablonun hepsini aydınlatmaya yetmese de sorun değildi. Göremediği yerlerini de kendisi tamamlıyordu. O kadar dalmıştı ki… Hatta bir ara İstanbul’a bile gidip geldi. Döndüğünde onu gitmiş bulacaktı.

        Bu seyahat iyice yordu onu. Başını tablodan kaldırıp duvardaki saate baktı. Gözleri yelkovanı seçse de akrebi tam olarak göremediğinden kestiremedi saati. Sanki camdaki buğu, zamana da işlemişti. Birden radyoyu açmak geldi aklına. Yerini ayarladı, anteni duvardaki çatlakla aynı hizaya getirdi. O bunlarla uğraşırken kahve fincanı da çoktan yere düşmüştü. Neyse ki yer halıydı ve kırılmamıştı. Halı batmıştı ama şimdi kim uğraşacaktı ki bununla? Yalnızdı ve hiçbir mesele bunun kadar mühim olmazdı. Radyonun düğmesine bastı nicedir özlem duyduğu bir ezgiyi duymak umuduyla. Tüm bedeni kulağa kesmişti şimdi. Hoparlörden çıkan şey odadakinden daha derin bir sessizlik oldu. Birkaç kez daha denedi. Yine aynı şey oldu. Gözünü muma diktiği vakit az önce yapmaya çalıştığı şeyin elektriğin olduğu günlerden kalma bir alışkanlık olduğunu fark etti. Sesi güzel olmasa da bir kez daha bastı düğmeye  ve mırıldanmaya başladı. Hatta o kadar kaptırmıştı ki kendisini bir ara dışarıdaki yağmurun ritmine göre sesi de alçalıp yükseliyordu

        Gözkapakları gecenin yükünü taşıyamayacak kadar ağırlaşmıştı. Birkaç esnemeden sonra eski aşklarını düşünmeye başladı. Yenileri olacak mıydı? Çok gizemli bir soruydu.  Cevabını tanrı bile bilmiyordu. Hayatının aşkını bulabilmek için bir dakika bile evden çıkmıyordu. Çünkü günün birinde kapısını çalacak ona şöyle diyecekti: “Biliyorum, yıllardır beni bekleyip durdun. Sana çok haksızlık yaptım. Affet beni. Benim de işlerim vardı. Yoluna koymam gereken bir hayatım vardı. Ancak gelebildim.” O da yüzünde geniş bir gülümse ile baktıktan sonra içeriye alacaktı onu. Eğer o gün elektrik varsa hemen radyodan klasik müziklerin hiç eksik olmadığı frekansı açıp dansa duracaklardı. Şayet elektrik yoksa (ki olmayacağını onun kadar siz de biliyorsunuz) mum ışığında kendi şiirlerini okuyacaktı. Derin bir iç geçirdi. Birden bu hayallerden sıyrılıp pencereye bakmak istedi. Gitmiş miydi acaba?
            
          Bakacaktı ama ya göz göze gelirlerse? Belki de gitmiştir. Derin bir nefes alıp yarım bıraktığı düşlerine devam etmek istedi. Kendini zorlasa da olmuyordu işte. Üstelik bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de üst kattaki komşularının Homo Saphiens türünün devamı için gösterdikleri anlamlı ve bir o kadar da sesli çaba iyice dağıttı dikkatini.

         Elini cebine atıp bir dal sigara çekecekti ki hüzünle sigara kullanmadığının farkına vardı. Küfredecekti ama genelde kendisine küfredildiğinden bu işin raconunu da bilmiyordu. “Hay aksi” demekle yetindi şimdilik. Son mumu da çay tabağına iyice sabitledi. Bitmek üzere olan alevi, ritüellerine uygun bir şekilde yeni muma aktardı. Karanlık ile arasındaki son eylemdi bu. Bir şeyler düşünmek istedi ama ne düşünebilirdi ki? Kendisinden önce herkes, her şeyi düşünmüştü. Hatta onun yerine mücadele de etmişlerdi. Ölenler bile olmuştu. Mumun bittiğini görmektense erkenden uyumayı yeğledi. Son derece akrobatik hareketlerle battaniyeyi tüm vücudunu saracak şekilde ayarladı. Başını da içine çekti. Camdaki o şey gitmiş miydi acaba? İyi de şimdiye kadar bu odada yaşayan birisi olarak belki de bu pencereden binlerce kez bakmıştı denize. Neden daha önceleri değil de şimdi farkına varmıştı bunun? Tutulacak bir yanını bulamadı bu sorunun. Neden bugün?

Ayşe,
Hayriye,
Nuriye,
Fikriye derken son demlerini yaşayan mum, alevini de yitirdi.

          Gün, sabaha durduğu vakit gözlerini araladı. Saate baktı bir müddet. Kendisine gelince yeniden baktı. Zaman, başını alıp çoktan gitmişti bu evden. Yatağından fırladığı gibi elbiselerini giydi. Çorabının tekini bulamıyordu bir türlü. Yolda yeni bir çift alması gerekecekti. Kravatını da takside bağlayacaktı.

         Telaşla evden çıktığında ardında üç günlük maması önünde gri bir kedi, kendisini bekleyen soğuk bir gece ve kimliğine sadık bir boşluk bırakmıştı. Bunların yanında olabildiğine dağınık bir salon, susuzluktan güzel olmaya mecâli kalmamış bir krizantem ve duvarlarında denizi taşıyan bir yatak odası bırakmıştı. Hava da yağmurluydu dünkü gibi…





CİVAN ARYA
MAYIS-2017
     ANTALYA 

2 Nisan 2017 Pazar

Modernizm: Makine İnsan, Nesne Hayvan, Laboratuvar Çevre


Günümüzde modernizm kurumları, doğayı ikincilleştiren bakış açısı ve insanı mekanik bir varlık haline getirmesiyle derinlemesine eleştirilmekte ve sorgulanmaktadır. Dönemine göre ilerici bir atılım olarak nitelendirilse de Adorno’nun deyimiyle “sapandan başlayıp megaton bombasına uzanan” (Adorno’dan akt. Best-Kellner 1991:56) bu ilerlemenin getirileri soruşturulmalı ve üzerinde durulmalıdır. Çünkü bu dönemde doğa pozitivist bilimin laboratuvar alanı olmuş, hayvan yaşamın öznesiyken pet shoplarda bir meta ya da bilim kurumlarında deney malzemesi haline gelmiştir. İnsan “homosentrik” bakış açısıyla doğayı kendi yararına kullanabileceği bir alana dönüştürmüş bunu yaparken de kendine yabancılaşmış ve değerini kaybetmiştir.

Modernizmin bilim anlayışında, Bacon’dan gelen faydacılık felsefesinin önemli bir yeri vardır. Buna göre bilimin işlevi insanın yoksulluğunu, çaresizliğini azaltmak ve onu yüceltmek olarak tanımlanmaktadır. Bilginin ve bilimin değeri, insanlara ne ölçüde faydalı olduğuna bakarak ölçülmektedir. Çünkü insan ve doğa arasındaki karşıtlık ya da doğanın insanın istek ve gereksinimlerine uygun olarak dönüştürülüp, kontrol altına alınması nesnel ve tarafsız bir bilim anlayışıyla mümkün olacaktır. Ama bu bilgi insan için taraflı olacak, insan evreni kendi yararı doğrultusunda denetlemesinin aracı olma işlevini görecektir.(Şaylan 1999: 2008) Bilime hâkim olan bu anlayış insan yararına olduğu sürece doğaya her türlü müdahaleyi meşru görmüş ve böylece insan ve doğa arasındaki ayrım iyice belirginleşmiştir. Bir dönem doğaya tâbi bir yaşam süren insan için doğa artık yalnızca ona faydalı olduğunca değer kazanmıştır.

Modern insan artık el emeğinden, zahmetten ve toprakla temas etmekten uzaklaşmış, doğanın sadece güzellikleriyle ve estetik hazzıyla değil, zorlukları ve tehlikeleriyle olan doğrudan bağını yitirmiştir (İllich 1978: 12). Descartes’ın zihin ve beden arasında yaptığı katı ayrım insanın mekanik bir varlık olarak algılanmasına sebep olmuştur (Capra 1982: 40). Modernizmin bilim anlayışı içinde insan vücudu çizgileri oylumları, yüzeyleri ve yolları tanıdık olan bir coğrafyaya göre anatomi atlasında tanımlanmış bir alandır (Foucault 1973: 19). Sistem ve iktidar (hastane, hapishane, okul) gibi kurumlarıyla insanı denetim altında almış ve tek tipler halinde biçimlemiştir. Makineleşmiş insan için artık doğa yalnızca küçük bahçelere hapsedilmiş çiçekler ya da hayvanat bahçesine hapsedilmiş hayvanlar anlamına gelmektedir. Ayrıca çiçek satan lüks mağazalar, hayvanları bir meta gibi satılığa çıkaran pet shoplar tüketmeye odaklanmış modern insanın doğayı yalnızca öteki değil bir tüketim malzemesi olarak gördüğünü kanıtlamaktadır. Oysa hayvan ve doğa da insan kadar yaşamın öznesidir ancak insan bu konudaki farkındalığını çoktan kaybetmiş bulunmaktadır.

Tevrat’tan bu yana uygarlık sürecinin ana ilkesi kabul edilen “dünyaya egemen olun ve çoğalın” ilkesi özellikle teknolojik gelişmelerin artmasıyla bir doğa tahribatına, hayvanların nesneleştirilmesine dönüşmüştür (Habermas 2003: 95). Ancak Regan’a göre Tevrat’ın bu söylemi yanlış anlaşılmıştır. O “Kafesler Boşalsın: Hayvan Haklarıyla Yüzleşmek” adlı kitabında bu konudan şöyle bahseder: Tanrı diğer hayvanları da Âdem ve Havva’yı yarattığı gün yaratır. Bu durum aslında bu iki türün akrabalığını asırlar öncesinden haber veren bir durumdur. Tanrı hayvanları bizim kullanımımız için – bizim eğlencemiz, bilimsel merakımız, spor aracımız, hatta yiyeceğimiz olsun- diye yaratmadı. Tanrının bize et olarak yiyin diye belirttiği konu Tevrat’ta şöyle ifade edilir; “ Ve Tanrı dedi, ‘bakın size yer yüzüne tane taşıyan her bitkiyi ve her birinde yeni ağaç verecek tohumu barındıran her ağacı veriyorum bunlar size et olsun.” (Regan 2007: 107) Ancak modernizmin homosentrik yaklaşımı için bu pek bir şey ifade etmez çünkü ampirik bilim anlayışı için hayvan bir deney malzemesi çevre de laboratuar alanıdır ve insan yararına olduğu sürece hayvana ve doğaya her türlü müdahale mübahtır. Modern insan türcüdür, türcülüğün anlamı bir başka türün mensubu oldukları için başkalarına zarar vermektir. (Ryder 1970: 34)

Modern toplum ayrıca dünyayı bir çöplüğe çevirmekte ve kaynaklarını sömürmektedir. Pazar, üretici, yönetici, inşaatçı ve fatih olarak rollerini yerine getirebilmek için dünyanın uygar merkezleri muazzam miktarda çöp üretmekte ve kaynakları tüketmektedir. Şehirlerdeki insanlar şehrin susuzluğunu gidermek için nehirlere kanallar açar ya da yönünü değiştirir: ev yapmak üzere temel kazarken büyük toprak parçalarını yerinden eder ve alet ve makineleri yapmak için metalleri çıkartır. Binalar, köprüler, duvarlar ve gemiler yapmak için dev ormanları yok eder. Yemek pişirmek, ısınmak, maden cevherini eritmek için hep daha fazla yakıta ihtiyaç duyar. Bu faaliyet yalnızca birkaç kuşak sonra ormanları yok edecektir (Weatherford 1994: 223). Ayrıca yalnızca Fast food sanayisinin çevreye verdiği zarar hala insani bir yön taşıyorsanız, ürkütücü boyutlardadır. Bu sanayi, bir kısmı geri kazanılmayacak dev miktarda çöp üretir. Fast food yemeklerinden geriye kalan çer çöp yığınları kırsal bölgelerde kötü görüntüler oluşturmaktadır. Yalnızca McDonald’s restoranlarının her yıl gereksindiği kâğıdı sağlamak için binlerce olmasa bile yüzlerce kilometre kare ormanın kesilmesi gerekiyor. Kısaca Fast food sanayisi de ormanları yutuyor (Ritzer 1998: 192). Modern insanın türcü, homosentrik yaklaşımı tüketim kültürüyle birleştiğinde daha da yıkıcı olmaktadır. İnsan adeta doğaya savaş açmış onu hem tüketmekte hem de kirletmektedir. Avcı toplayıcı toplumların doğa anası artık huzursuzluk evine terk edilmiştir.

Scheurmann’ın ünlü kitabı “Göğü Delen Adam” da bir Somoa yerlisi olan Tuiavii’nin modern insana bakışı anlatılmaktadır. Tuiavii’ye göre modern insanın vazgeçemediği şeyleri vardır. Bu şeyler yüzük, yemek kabı, sineklik gibi kendi elleriyle yaptıkları şeylerdir. Beyaz efendinin Büyük Ruhun yaptığı şeyleri “şey” olarak kabul etmesi mümkün değildir (1997: 44). Somoalılar modern insana papalagi demektedirler. Bunun anlamı ise “göğü delen adam”dır. Göğü delen adam insanın ulaştığı üstün teknolojik ilerlemeye gönderme yapmaktadır. Papalagi vazgeçemediği şeylerini bu teknolojiyle üretmektedir. Ve ona bağımlı bir hale gelmiştir. Tuiavii Büyük Ruh’la doğayı kastetmektedir, ancak insan artık doğanın verdiği şeylerle yetinemez çünkü O artık ona yabancı bir varlıktır.

İnsanın doğayı kendi istek ve gereksinimlerine uygun olarak dönüştürmesi bilim ve bilimin yaşama uygulanması demek olan teknoloji ile gerçekleşmiştir (Şaylan 1999: 199). Bilimin ilerleme fikri doğayı kirleten gürültü yaratan aygıtlı bir teknolojiye dayandırılmıştır (Ross 1991: 66). Evet modern insanın teknolojisi göğü delerek içinden gelen uçaklar yapmayı başarmıştır. Ancak bunu yaparken çevreyi ne kadar ötekileştirdiğinin farkına bile varmamıştır. Örneğin: otomobil kaynaklı atıklar içinde toplumun en fazla üzerinde durduğu şey otomobilin benzinle çalışan içten yanmalı motorundan çıkan atıklardır. Otomobilin arazinin asfalt yollara yaptığı taksim üzerinde pek durulmaz. Asfalt yollar, hem bileşimindeki asfaltın petrol içermesi bakımından kaynak tüketici özelliklere sahiptir hem de toprak tabanının yağmur sularını emme kapasitesinde düşüşe yol açarlar ki bu da sel olayına neden olur. Ayrıca otomobil sayısının artmasıyla yola duyulan ihtiyaç, ormanlık alanların yok edilmesine sebep olmaktadır (Freund-Martin 1993: 49). Mekanik bir yaşama bağımlı olan insan ekosentrizmden egosentrizme doğru bir çizgide ilerlemiştir, O yalnızca doğaya değil kendine de yabancı bir varlık haline gelmiştir.

İllich’e göre arabanın kente verdiği kirlilik, gürültü ve çirkinlik; çarpışma ve pisletme sonucu oluşan zarar; yakılan odun, tüketilen oksijen ve saçılan zehrin çevreyi bozucu etkisi içinde kaybolan modern insan bu dünyaya hapsolmuş yani homo sapiens ömür boyu koğuş sakinine dönüşmüştür (İllich 1981:86). Bunun sonucunda modern dünyanın insanı doğayla arasına koyduğu mesafe ile yalnızca doğayı değil kendisine de öteki olmuştur ve modern sistemin iktidar tahakkümü içerisinde normalleştirdiği, aykırı ve sapkın yönlerinin düzeltildiği bir varlık haline gelmiştir.

Kültür yapıcı bir yetkinliğe sahip olan insan bulunduğu her yere adapte olabilmekte ve bu yeri değiştirip dönüştürebilmektedir. İnsan bu yönüyle günümüz toplumu içinde yayılan, bulunduğu yerin çevresini olabildiğince tüketen bir varlık haline gelmiştir. Ancak dünyanın çevresinin ne kirletilecek havası ne de sömürülecek toprağı kalmıştır. Modernizmin oburluk çağında (Silier 2010) insan doğadan tamamen kopsa da günümüzde modern yaşam içerisinde çevre şartlarına uygun yavaş şehir (slow city) ya da yeni şehir (neo- urbanizm)adı altında yeni yerleşim alanları oluşturmak için çabalayanlar da vardır. Ancak bu şehirler, çevre konusunda geri dönüşü olmayan bir yola giren insanoğluna ne kadar çözüm getirecek bilinmez.

Bütün bu saydıklarımızı yapan insan oysaki önceden doğa anaya bağlı onun verdikleriyle yetinmesini bilen bir varlıktı. Tüm dinlerin öğretileri israf etmeyin diye buyururken uygar insan olabildiğince tüketmeyi ve yok etmeyi yeğledi. Çünkü insan artık kendisine de yabancı bir varlık ve de bir makineydi.



KAYNAKLAR

Best, S. Kellner, D. (1991), Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar, (Çev. Mehmet Küçük), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Capra, F. (1982), Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, ( Çev. Mustafa Armağan), İstanbul: İnsan Yayınları.

Foucault, P. M. (1973), Kliniğin Doğuşu, (Çev. Temel Keşoğlu), İstanbul: Doruk.

Freund, P. Martin, G. (1993), Otomobilin Ekolojisi, (Çev. Gürol Koca), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Habermas, J. (2008), “Mitle Aydınlanmanın Kördüğümü: Max Horkheimer ve Theodor Adorno” , Gotiko sayı, 36, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

İllich, İ. (1981), Sağlığın Gaspı, (Çev. Süha Sertabiboğlu), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

İllich, İ. (1978), İşsizlik Hakkı, (Çev. Deniz Keskin), İstanbul: Yeni İnsan Yayınevi.

Neale, J. (2009), Küresel Isınmayı Durduralım, Dünyayı Değiştirelim, (Çev. Doğan Tarkan), İstanbul: Yordam Kitap Evi.

Regan, T. (2007), Kafesler Boşalsın, Hayvan Haklarıyla Yüzleşmek, İstanbul: İletişim Yayınları.

Richard, R. , “Türcülük” , Birikim, sayı: 195.

Ritzer, G. ( 1998), Toplumun McDonaldlaştırılması, (Çev. Şen Süer Kaya), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Roos, A. (1989), Tuğaf Hava, (Çev. Kamil Durand), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Scheurmann, E. (1977), Göğü Delen Adam, (Çev. Levent Tayla), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Silier Y. (2010), Oburluk Çağı: Felsefe ve Politik Psikoloji Denemeleri, İstanbul: Yordam Kitap Evi.

Şaylan, G. (1999), Postmodernizm, Ankara: İmge Kitap Evi.

Weatherford J. (1994), Vahşiler, Barbarlar Ve Uygarlık, İstanbul: Versus.





15 Şubat 2017 Çarşamba

Mr. Nobody


Hayatımda özel bir yeri vardır bu filmin ve fırsat buldukça  izlerim. Hocamdan aldığım film arşivinde denk gelmiştim. Dosyalar arasında ilkin adıyla dikkatimi çekmişti. "Mr. Nobody..." Merak edip de izlemeye başladığımda, daha ilk saniyelerinden itibaren, eşsiz bir keşfin kapısını aralamıştım. Tam da filme konu olan meselelerle meşgul olduğum bir dönemde uzun bir yolculuktan gelip birbirimizi bulduk.

Gılgamış destanından bu yana arayıp durduğumuz 'ölümsüzlük arayışı' bir nihayete kavuşmuştur. Ölümsüzlük çoktan bulunmuş hatta sıradan bir durum olduğundan gündelik bilincin dışına itilmiştir. Biz de Némo Nobody ile işte böylesi bir dünyaya  açarız gözlerimizi. Dev sanal ekranlar, modern kelimesini dahi çoktan eskitmiş mimari yapılar, reklamlar kısacası her şey iç içedir burada. Film de bu sahne ile başlıyor zaten. Uçan kameraların etrafında dönüp durduğu bu tuhaf yaratık Némo'dur yani; ölecek olan son insan. Şovmen,  tıpkı  mamut ya da dinozor bulmuş bir arkeoloğun sevinci ve heyecanı içinde programı sunmaya devam eder. Şölen havasında devam eden program, yüksek reyting yakalamıştır 7/24 canlı yayın aracılığı ile ölümlü insanı gösterdiği için. O güne değin her şeyi tüketmiş olan insanlık için yeni bir durumdur bu vaka. Herkes, Némo'nun ölmesini bekler. Acımasız bir sahnedir bu. Hatta bir burukluk hissedersiniz yüreğinizde. Robot enkazına dönüşmüş insanlar, ölümü unuttukları gibi insanî değerleri de yitireli çok olmuştur. Némo'nun gözünden kendisine hatta insanlığa yabancılaşmış bir toplum görürüz. Her şey bir robot otomatizmden ibarettir ve duygular çoktan körelmiştir.  Anlarız ki film her ne kadar 2092 yılını anlatsa da çerçevesini günümüzden almıştır. Bu nedenle şimdimize yönelik de açık bir eleştiridir. Biraz daha ileri gidecek olursak sanatsal bir distopyadır günümüze ve yarınımıza dair...

Film biraz daha ilerler. Kahramanımızın gazetecilerden birisiyle -Némo, sırf onu başından savmak için kabul etmek zorunda kalır- röportaj yaptığını görürüz. Bizler de bu vesile (flashback) onun geçmişi hakkında bilgi sahibi oluruz. Gazetecinin en ilginç sorularından biri de "aşk, nedir?" Sonra bu soruları"çocukken neler yapardınız?", "çocukluğunuzda dünya nasıldı?" gibi sorular takip ediyor. İnsanların bir zamanlar ki varlıklarına gölge dahi olamadığını anlarız.

Sonra kahramanımız, bizim de başımıza geldiğinde epey zorlanacağımız konular hakkında seçim yapmak zorunda kalır. Yaptığı her seçim bir vazgeçiştir de aslında. Aynı anda devam eden başka zamanlar ve evrenlerde yaptığı ya da yapmadığı seçimlerin nasıl sonuçlar doğurduğuna kahramanın paralel yaşamıyla tanık oluruz.

Mr. Nobody; post-modern bir filmdir. Bu nedenle karşısında tembel, (klasik filmlerden ötürü) hazıra alışmış obez izleyici kitlesi yerine son derece aktif, her saniyesinden anlam çıkarmasını bilen dikkatli bir film okuyucusu istiyor. Filmdeki zaman kırılmaları, iç içe geçmiş mekân ve kurgunun alışılagelmiş boyutun çok ötesinde olması, yine filmde her ihtimalin ele alınıp işleniyor olması (çoğulcuk ilkesi) aynı özelliğin bir parçası. 

Özetle; herkesin izlemesi gereken bir film. Başarılı kurgu ve oyunculuğunun yanında müzikleri de son derece güzel. En kısa zamanda izlemenizi tavsiye ederek iyi seyirler diliyorum.

                                                                                                                                          

CİVAN ARYA
SİNEMA ÜZERİNE NOTLAR
ŞUBAT 2017
ANTALYA

Sevgilerde

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı

Behçet Necatigil




23 Ocak 2017 Pazartesi

Havada Kar Sesi Var


Öğretmen Erdal bey: 

Kış, bu yıl daha bir zor geçiyordu. Tipi, zalimliğinin doruğunda... Kar, lapa lapa tasvirini ardında bırakacak kadar haddini aşmıştı. Diğer günlerde de kasvetli havaya sis eşlik ediyordu. Çevre köylere aç hayvanların indiği, hatta bazı köylülerin hayvanlarını telef ettiği haberleri sudaki bir halka gibi önce bize sonra da diğer köylere yayılıp duruyordu. Yine bazı köylerde de mezarları deştiklerini öğrenince durumun vehâmetini iyice anlamıştık. Üstelik yollar kapalıydı ve dünya ile bağları yitireli iki ay olmuştu. Önümüz bayram... 

          İşte bahara hasret kaldığımız bu günlerde zaman bile donmuştu. Takvim yaprakları da anlamını çoktan yitirmişti. Günler, karlı çatılarda örselenip dururken sabah erkenden uyanır işlerimizi halleder sonra da nöbetleşerek devraldığımız sıkılma işi için kahveye giderdik. Omuzlarımızda yer edinmiş bu yükün ağırlığını paylaşmak gibi gizli bir anlaşma yapmıştık sanki. Burada akrep ve yelkovana tüm gücümüzle asılır, bir sonraki mevsime doğru olabildiğince hızlı bir şekilde çeviriyorduk. Eğer başarabilirsek baharı erkenden getirebilecektik. Ne yaparsak yapalım, olmuyordu. Yeni yerlerini yadırgayan sakinlerimiz, daha büyük bir özlemle eski semtlerine geri dönüyor ve daha  da küçük adımlarla ilerliyordu. Böylesi anlarda Tarkovski’nin yönettiği bir filmde sanırdım kendimi. Tüm işi gücü bir avuç insanla sıkılmak olan,  sabırlı bir başrol oyuncusu oluyordum. Acaba bizden başka  kim izlerdi bizi? Bilmiyorum. Dünden kalan memleket meseleleri, bugün de üzerine eklenen küfürlerle birlikte yarına sarkıyordu. Herkes, kendine bile hayrı olmayan sobanın başında düşlerine kıyafet biçiyordu. Kimisi komutan dövüyordu, kimisi de hayırsız bir kardeşin yüzünden kaçırdığı fırsatlara yanıyor, kimisi de sadece dinliyordu. En çok da komşu köydeki zenginlerin nasıl zengin olduklarına dair teoriler üretiliyordu. Kahvehane halkının hemfikir olduğu bir konu varsa o da onların gömü bulma ihtimalleri üzerineydi. Biraz daha romantik olanlar, gençken seviştiği kızların sayısını sanki bir noterin huzurunda tasdik edermiş gibi sayıyordu. Ve çoğu da dua ve methiyeler suna suna bitiremedikleri patronların yanına, yani; İstanbul’a gideceklerini yineleyip duruyordu. Çekimler bittikten sonra da evlerimize dönüyorduk. Yazın efendilik tasladığımız doğaya kışın itaat etmek gibi bir çelişkinin adı olmuştuk. Günler böyle gelip geçerken bayram günü de gelip çattı. O gece erkenden uyanıp bayramlıklarımızı giydik. Kar ve sisin içinde bayram ziyaretlerini de gerçekleştirdikten sonra yine yarım bıraktığımız nöbetimize devam etmek için kahvehanede toplanıp eski bayramların güzelliği üzerine bildiğimiz ne kadar kelime varsa hepsini masaya döküyorduk. Birden soğuktan kızarmış burnuyla, siyah paltolu bir genç içeri attı kendini. Telaşlıydı. Selama benzeyen bir şeyler mırıldandıktan sonra sanki dilinin çözülmesi için sobaya yaklaşması gerekiyordu. Öyle de yaptı. Bu, komşu köyden bizim İlyas'tı. Hemen kendisine sıcak bir çay getirdi kahveci. Birkaç yudumda bitirdi bardağını. Bir ulağın görevine yüklediği kutsallıkla haberi önce cümlelere böldü, sonra cümleleri kelimelere, kelimeleri de harflere... Parça parça verilen haberi birleştiren köylüler, başta inanmak istemeseler de gerçekten kaçamayacaklarını bildikleriden usulca başlarını öne eğdi.


Aliş:

O sabah erkenden uyandım. Babamın aylar öncesinden aldığı pantolonu ve pabuçları sandıktan çıkarıp büyük bir özenle giydim hemen. Üzerine annemin ördüğü kazağı da giyince köyün en yakışıklısı olmuştum. Fakirliğimize rağmen bunca masrafı benden esirgememişti ailem. Bayramlaşmaya ilkin babamla başladım. Sonra annemi öptüm. Kaç kere öptüm bilmiyorum. İçimden ona sarılmak, onu bir daha bırakmamak geliyordu ama yeterince geç kaldığımızın da farkına vararak evden ayrıldık. Annemin gözlerindeki o parıltı, buruk bir sevincin kırıntıları olarak kaldı içimde. Camiden çıkıp önce arkadaşlarımla sonra da yetişebilirsem eğer köyün büyükleriyle beraber ev ziyaretlerine gidecektim. İkinci ziyaret, gün içinde topladığımız şekerleri iki ile çarpmak gibi bir amaç taşıyordu. Bu durum, biz çocuklar arasında bir gelenek halini alalı yıllar olmuştu. Cebimden poşeti çıkardıktan sonra karşıma çıkan ilk eve doğru yol aldım sisi yara yara. Köyümüz birbirine uzak evlerden oluşuyordu bunun için her evin arasında geniş geniş boşluklar bulunurdu. Çok yürüyecektim. Günün sonunda da en çok şekeri toplayarak köyün içinde hava atacaktım. Torbaya düşen ilk şekerden sonra yüreğimi sıkıştıran ve nereden geldiğini bir türlü anlayamadığım bir hüzün de içimde birikmeye devam ediyordu. Bir iki evden sonra dayımların evi karşımdaydı şimdi. 



Güllü Hanım: 

Sesi halen kulaklarımdadır. Bir nene deyişi vardı ki… Kapıyı ancak onun kalbinin taşıyabileceği bir heyecanla çalardı hep. O gün de öyle çaldı yine. Aliş'ti bu. Bizim oğlan... Kapının sesini duyunca ağır aksak varabildim kapıya. Yaşlılık, bir ceset gibi ayaklarıma dolandığından soluk soluğa kalmıştım. Karşımdaydı. Bir güneş gibi parlıyordu yüzü. Bu gülüşle delip geçti sisi. Burnu ve kulakları, kızarmıştı soğuktan. Üşüdüğünü anladım. Eve aldım hemen. Sobaya yakın bir koltuğa oturttuktan sonra çay dolduğum bardağı uzattım ona. O, çayını yudumlarken en çok sevdiği tatlılardan da getirdim ona. Baklavayı pek severdi yavrum. Biraz ısındıktan sonra gitmesi gerektiğini söyledi. Gitmese olmaz mıydı? Keşke izin vermeseydim hiç. Nereden bilebilirdim ki? Sıkıca sarıldım ona. Bırakmak nedir bilmiyordum. “Nene, niye ağlıyorsun?” diye sormuştu. Bu sorunun cevabını şimdi daha iyi biliyorum. Gözlerimdeki yaşı bir kenara bıraktıktan sonra sıkıca öptüm yavrumu ve annesine selamlarımı gönderdim. 


Aliş:

Evden ayrılırken elektriğin olmadığı uzun kış gecelerinde nenemin anlattığı masallar, hikâyeler kısacası ona ait efsunlu sözler için ne denli minnettarlık duyduğumu ansıdım bir an. Elini öptükten sonra hem harçlığımı almıştım hem de tamı tamına bir avuç şeker vermişti bana. Çok geç kalmadan diğer arkadaşlarıma yetişmeliydim. Yoksa gün sonundaki hezimeti kaldıramayacaktım.


Güllü Hanım:

Aliş, yaşı kadar küçük adımlarıyla sisin içinde silinedururken “gitme oğul” demek istedim. "Gitme…" O an dilim, lal oldu. Öylece bakakaldım ardından. İçimi bir sıkıntı, yüreğimi de bir daraltı basmıştı. Biraz sonra buna havanın da neden olabileceği sanrısıyla salona attım kendimi.


Çerçi Zeko:

Sonradan edinmiş olduğumuz bilgiye göre Aliş adındaki bu çocuğun diğer çocuklarla beraber şeker toplamak için köyü gezerken gitmedikleri son bir ev kalmış. Bu evi de ziyaret edip şekerlerini aldıktan sonra büyüklerin grubuna da katılacak ve böylelikle ikinci şeker turuna çıkmış olacaklardı. Yoğun sisin altındaki bu eve güç bela varabilmişler. Nasıl bir cesarettir bu arkadaş? Anlamadım gitti. O sırada evin küçük kızı Hatice, koyunların yemini vermiş ve başlarında bekliyormuş koyunların. Babası da gitmeden önce ne olur ne olmaz diye köpeklerin zincirini açmış. Nasılsa herkes bayram ziyaretini bitirmişti. Bu  saatten sonra kimse de gelmezdi artık. İşte güç bela vardıkları bu evde köpekler saldırmış çocuklara…



Aliş: 

Etrafımız bembeyaz bir geceydi. Arkadaşlarım gibi ben de koşmaya başladım. Nefesim kesilecek gibi oluyordu. Korkuyordum. Köpekler,  yakalarsa beni paramparça edeceklerdi. Diğer çocukları da bırakıp bana doğru koşuyordu biri. Kalbim, üzerindeki bu yükü kaldırmakta zorlanıyordu. Her an beni yakalayacağı düşüncesiyle korkum katlanarak artıyordu. Etrafımdaki hiçbir şeyi göremiyordum. Ne taraftan gelecek onu da bilmiyordum. Biraz sonra sesler kesildi. Yürek çarpıntısından başka bir şey duymuyordum. Terlemiştim. Kendime geldiğimde şekerleri biriktirdiğim poşetin halen elimde olduğunu fark ettim. Bu duruma sevinse miydim yoksa üzülse miydim bilemedim. Biraz daha soluklandıktan sonra yolumu bulurum umuduyla bilinmezliğe doğru akıp gitti adımlarım. Bir perdeden diğerine geçiyormuşum gibi hissediyordum her seferinde. Nereden gelmişti bu şey başıma? Ne yapacağım şimdi ben? Kara bata çıka ilerlemeye çalışırken terli atletim adeta dağlara işleyen soğuğu bir sünger gibi emiyordu.

“Annemin ördüğü kazak da olmasa… Neredeyim ben? Ah… Eve bir varsam… Bir daha dışarı çıkar mıyım hiç?” 

Yürümeyi bıraktım, gözlerimi kısıp etrafımdaki seslere odaklandım bir müddet. Belki de beni aramaya çıkmışlardır şimdi. Belki de birazdan “Aliş” der biri. Belki de babam... Ah… Öyle bir sarılırdım ki ona… Hatta bütün şekerlerimi verirdim ona.”

Bir titremedir yapıştı yakama. Acıkmıştım. Hemen poşetteki şekerlerden birkaç tane yedim. Fazla yememeliydim onları çünkü akşama evde sayacaktım. Sonra o yıl köyün en çok şeker toplayanı olarak bir sonraki yıla kadar savaş kazanmış, mağrur bir komutan gibi geçirecektim günlerimi. Düşünmeyi de bıraktım. Karşıma ancak dibine vardığımda görebildiğim silik silik ağaçlar çıkıyordu. Ara ara koşuşturan bir şeyler de oluyordu çevremde. Az sonra bir uluma sesi duydum. Başka uluma sesleri de önce dağlara ardından yüreğime çarpıp çarpıp durdu. 

“Anne…”

Yürümeye devam ettim. Ne olursa olsun varacaktım eve. Birazdan bir yokuşu çıkarken buldum kendimi. Hayır, bir tepe olmalıydı bu. (Olabildiğince sessiz yürüyordum) Yoruldum. Yorulmuştum… Kirpiklerim bedenime ağır gelmeye başlamıştı. Daha önce hiç böylesi bir uykuya susamamıştım.


         Biraz daha yürüdükten sonra karşımdaki çukura girdim. Sırtımı karın tümseğine dayayıp soluklandım biraz. Göz kapaklarımda ağırlaşmıştı iyice… Yürümeye hiç mecalim yoktu. Beni bulacaklarından emindim ama... Şimdi evde olsaydım sobanın başından ayrılmazdım hiç. Hem de hiç...

“Anne… Anneciğim, sen misin?



Tanrının gördükleridir

Aliş, o çukurda soluklanırken uzun zamandır yapmaya fırsat bulamadığı çişini bırakırsa eğer ısınacağını akıl etti birden. Bu fikir sevindirmişti onu. Ayaklarına dolanmış titreme, şimdilik uzak duruyordu ondan. Sıcaklığın hazzı yüzünde bir tebessüm edecek kadar yer buldu kendisine. Daha önce hiç bu kadar rahatlamamış olduğunu fark etti. Sırtını dayadığı tümsek aniden pamuk yumağı oluvermişti. Sonra birden nasıl olduysa annesi çıkageldi. Artık sis, hepten dağılmıştı.

Aliş’ın gözleri kapandı.
Aliş, gözlerini açtı.
Aliş’ın gözleri kapandı.
Aliş, güç de olsa son kez açabildi gözlerini. 

O, gözleri kapandıkça daha da sıkı sarılıyordu şeker torbasına. Annesini gördüğüne sevinmişti. Çok mutluydu. Zor da olsa gülümsedi. Annesine sarılırken vücudunun kasıldığını hissetti, ruhuyla bedeni arasındaki bu gelgit sarstı ağır geldi ona. Olsun yine de annesi ona oğlum demişti ya, o annesine sarılmıştı ya hiç önemi yoktu bunların. Bir zaman sonra Aliş'in şeker torbasını sıkı sıkı tutan parmakları kendiliğinden çözülmeye başladı. Aliş, derin ve tatlı bir uykuya bıraktı kendini. Artık üşümüyordu. 


Muhlis abi:

Günlerce aradık. İlkin aklımıza ayak izlerini takip etmek geldiyse de akşamına doğru kar yağdığından yapamadık bunu. Sonra herkes; dört bir yana dağılıp, silahını, lambasını -ne bulduysa artık- yanına alıp onu aramaya başladı. Neyse ki ikinci gün kesildi kar. Eğer çocuğun başına bir şey gelmediyse bulabilirdik onu. Yine de zayıf bir ihtimaldi bizim için; çünkü tehlikeler bir zincir olup ayağından bağlamıştı kaderine bir kere. Babası en önde biz arkada her yeri aradık. Ertesi gün sis, dağıldı biraz. Yerde fıstık kabukları, şeker kaplamaları ve yenmemiş birkaç şeker bulduk. Biraz daha ileri gidince de ayakkabısının tabanına denk geldik. Çaresizliğimizin somut kanıtı olarak duruyordu karşımızda. Babasını zor sakinleştirebildik. Dört kilometrelik yolu ardımızda bıraktığımızda ise karşımıza dağın eteklerine tutunmuş Ö... köyü çıktı. Oradaki köylüler de bizi görünce yardıma geldiler hemen. Dağ taş demeden her yeri aradık. Üçüncü gündeydik ve umudumuz gittikçe tükeniyordu. Nihayet köyün su deposuna yakın bir yerden yükselen seslerle sessizliğin kuyusundan çıkabildik.

Onu… Onu bulmuştuk sonunda. Kapalı gözleriyle sırtını tümseğe dayamıştı. Bir gülümsemedir yüzünde donup kalmıştı öylece... Elinde de şeker torbası… Pantolonu buz tutmuştu. Ayakkabısının teki de yere yığılmış babasının elindeydi. Huzur, katı bir bedende yer edinmişti kendisine. Çocuk, tüm masumluğuyla karşımızdaydı. Nereden bilebilirdi ki bunun son gülüşü olduğunu? Aklımızda hep bu haliyle kaldı.


Öğretmen Erdal bey:

Ailesinin feryadı, halen dağlarda yankılanıp duruyor. O günden sonra çok şey değişti. Artık kahveye uğramaz olduk. Çocuk ve ölüm arasındaki bağın yanlışlığı üzerine hep beraber susuyorduk. Elimizden gelen en iyi şey buydu çünkü.
Tüm şevkimiz kırılmış ve baharı da beklemez olmuştuk.

Bazı haberler daha aldım köyden ayrıldıktan sonra. Bunlardan birisi çocuğun annesi, oğlunun ölümüne bir türlü inanmamış, inanamamış. Bunca acı, onda deliliğin rengini almış. Şimdi her yerde onu arayıp duruyormuş. Babası  da bir zaman sonra başında kasketi, elleri ve ayakları olan bir sigara paketine dönüşmüş. Yaz demeden kış demeden evinin bitişiğindeki taşın üzerinde beklemiş durmuş hep. Zamanla taş ile arasındaki fark da eriyince kalkınca kimse seçemez olmuş onları bir daha.

İlyas da üzerine düşen görevi yerine getirdikten sonra geceye karışıp gitmiş.




CİVAN ARYA
2014- 2017
ANTALYA












* Hikaye, Kahramanmaraş yöresine ait bir türküden adını almıştır.

8 Ocak 2017 Pazar

Denize Düşen Yaş*




“Vicdan, insanın içindeki tanırıdır.”
                                                                                                                                    VİCTOR HUGO






















Herkes gibi amaçsız bir insan selinin içinde akıp gidiyordum nereye varacağımızı bilmeden. Benim de yaşamı unutturacak sayısız bahanem vardı. Peki, mutlu muydum? O haberden sonra nasıl mutlu olabilirdim ki? Nereden geldiğini anlamadığım bir el, ensemden tutup çıkardı beni içlerinden. Uykum sona etmişti. Gözlerimi açtığımda bir distopyanın kıyısına vurmuştum. Yerde soğuk bir gölge, ardımda vitrinlere yük olduğu her halinden belli olan bir yansıma. Sonra onları da gece aldı elimden. Artık hepten yalnızdım bu şehirde. Zaman da saatleri çoktan terk etmişti.

Rüzgârın bile girmeye cesaret edemeyeceği sokaklardan geçtim. Çöp konteynerinin üzerinden bir diğerine atlarken havada asılı kalan kedileri ağır aksak yürüyüşümle ardımda bıraktığımda falezlere varmıştım. Kayalardan birinin üzerine çıkıp ay ışığı altındaki denize baktım. Başım göğe değdi değecek... Üzerimdeki yük, bedenime ağır geliyordu. Ne bulduysam attım cebimden. İlkin elime zengin olma tutkusu geldi. Sonra patron olacaktım mesela. Ardından güzel bir ev ve de son model bir araba. Tabii, yanımda güzel bir kadın da olacaktı filmlerdeki gibi. Param için sevse de olur (yalnız bunu belli etmemeli). Çocuklarım kolejlerde okuyacaktı. Belki İngiltere’ye gönderirim. Kısacası Amerikan filmlerindeki gibi olacaktı her şey. Caddelerimde onca evsiz varken; her zaman yaşadığım ve hiçbir zaman yaşatmadığım mutluluğu satacaktım dünyaya.

Çağın hastalıları bulaşıcı olduğundan vücudumun tamamı kangrene kesmişti neredeyse. İçimdeki sızıyı biraz da olsa dindirebilmek adına yürümeye devam ettim. Dışarıdaki soğuk, içimdeki yangına iyi geliyordu.Yol üzerindeki apartmanlar, yalnızlığın abideleri olup göğe yükselmişti. Bir iki sokağın daha kaldırımını eskittikten sonra beyaz eşya satan bir dükkanın önünde durdum. Ağzı kanlı spikerin sunduğu savaşı ilk kez durmuş gördüm Ultra HD bir televizyonda. Yüzde on indirimdeymiş. Ekranda cansız bir çocuk bedeni. Son yaşını da denizler almış elinden... Üstelik anlaşmalı banka kartına da vade farksız dokuz taksit. Çocuk, tüm masumluğuyla karaya vurmuş. Anlaşılan yüreklerindeki umut, onları taşıyan bota  ağır gelmişti. Mutluluğu ve konforlu yaşamı bir arada sunan, çocukların özgürlüğü hep uçurtmalarında taşıdığı ve de  onu almadığımızda hep mutsuz olacağımızın altını dakikalarca çizen rezidans reklamları gelmeden evvel bir şeyler yapmalıydım ama ne?

Siz üstteki paragrafları okumakla meşgulken ben de ne yapacağımı çoktan bulmuştum. Şehirde, ülkede hatta dünyada ne kadar saat varsa hepsini kırmalıydım. Evet, kırmalıydım. Öyle de yaptım sonunda. Oturduğum mahalledeki evlerde, iş yerlerinde ve okullarda ne kadar saat varsa hepsini kırdım. Sonra diğer mahalleler, sokaklar ve de tüm şehir… Eteğimde biriktirdiğim akrep ve yelkovanları denize döktüm. Sarkaçların hepsini susturdum.

Vicdanlarımız, idam ipimiz olmayacak sanmıştım. Ölüme ağıt yakmak yerine kuşların şarkısına eşlik edeceğiz sanmıştım.Yüreklerimiz kıyıya vurmayacak sanmıştım. Artık çocukların ölmeyeceği bir dünyada yaşayacağız sanmıştım. Zamanı durdurabilirsem eğer savaşları da durdurabilirim sanmıştım… 

Bense onca sorgulama (yediğim dayağı anca ben bilirim) ve muayeneden sonra garip bir yerde buldum kendimi. Burada doktorlarla beraber bitiriyorum günü. Hep tuhaf tuhaf müzikler dinletiyorlar bize. Geleli üç ay oluyor. Uzun zamandır sakin olduğum için ilk defa pekiştireç verdiler bugün. Şimdi Alan’ın gelmesini bekliyorum. Maçımız var. Geçenlerde çay içmeye geldiğinde söylemişti.  Annesi de sıkıca tembihlemiş onu terliyken su içme diye. Acaba kar yağmış mıdır bizim köye? Sonra diğer çocukları da getirecekmiş bugün. Şimdiye yağmıştır çoktan. Yaa, çooook çocuk varmış orada. Gelecek o, biliyorum. Siz de göreceksiniz. Haa, bir de bana öyle tuhaf tuhaf bakmayın. Deli falan değilim ben. Dediklerine göre biraz fazla akıllıymışım (hep gülerek söylüyorlar) Hem ortada bir deli varsa o da sizsiniz. Bakın, dememiş miydim gelecek diye. Geldi işte...



CİVAN ARYA
ARALIK 2016
ANTALYA





*Sonsuz bir sevgiyle  Alan Kurdi'ye ithaf edilmiştir...

Leo Rojas

                                                                                    

Müziğe en güzel tanımlardan biridir Leo Rojas'ın sanatı. Ruh ve doğa iç içe... Size düşen ise sadece gözlerinizi kapatıp dinlemek.

Dinlemek için: Chaski

                         El Condor Pasa
                         
                         Son of Ecuador

                          Chica
                         
                       Colors Of The Rainbow    

“Aşk, insanın başına gelebilecek en iyi şeydir”


10 Kasım 1958

Sevgili Thom,

Bu sabah mektubunu aldık. Mektubuna kendi bakış açımdan cevap vereceğim, Elaine de kendi bakış açısından.

İlk olarak, eğer âşıksan bu iyi bir şeydir, hatta bir insanın başına gelecek en iyi şeydir. Sakın bunu küçümsemelerine izin verme.

İkincisi, aşkın çok çeşidi vardır. Biri bencil, cimri, açgözlü, egoist ve aşkı kendini beğenmek için kullanır. Bu aşkın, çirkin ve sakat çeşididir. Diğeri, senin içindeki iyi olan her şeyi dışa vurmanı sağlar. İyilik, itibar ve saygı. Sadece toplumsal saygı meselesi değil, bir başkasını eşsiz ve değerli görebilmeni sağlayan o daha yüce saygıyı da.

İlk çeşidi, seni hasta, küçük ve zayıf yapabilir, ikincisi seni güçlendirir, sahip olduğunu bilmediğin cesareti, iyiliği ve bilgeliği ortaya çıkarmanı sağlayabilir.

Bunun gelip geçici bir gençlik aşkı olmadığını söylüyorsun. Eğer bu kadar yoğun duygular hissediyorsan elbette gençlik aşkı değildir.

Fakat benden sana neler hissettiğini söylememi istemiyorsun diye düşünüyorum. Hissettiklerini, sen herkesten daha iyi biliyorsun. Sana bu konuda ne yapman gerektiğiyle ilgili yardımcı olmamı istiyorsun; bunu yapabilirim.

Öncelikle sonuna kadar hissettiklerinin tadını çıkar, müteşekkir ol ve şükran duy.

Aşkın amacı en iyi ve en güzel amaçtır. Ona ulaşmaya çalış.

Eğer birine âşıksan o kişiye açılmakta bir tehlike yoktur; yalnızca bazı insanların çok çekingen olabileceğini unutmamalısın, bazen ilan-ı aşk ederken bu çekingenliği göz önünde bulundurmak gerekir.

Kızlar senin ne hissettiğini bilmek gibi bir özelliğe sahiplerdir ama yine de hissettiklerinizi duymak isterler.

Bazen hislerine bazı sebepler dolayısıyla karşılık alamazsın; ama bu hissettiklerinin değerini ya da güzelliğini azaltmaz.

Son olarak, senin ne hissettiğini biliyorum, çünkü ben de aynı şeyleri hissediyorum; sen de böyle hissettiğin için memnunum.

Susan’la tanışmayı çok isteriz. Bu görüşmenin planlarını Elaine yapacak, çünkü bu onun uzmanlık alanı; çok da memnun olacaktır. O da aşkı biliyor, belki sana benden daha fazla yardımcı bile olabilir.

Ve sakın kaybetmekten korkma. Eğer doğruysa devam edecektir. Acele etme yeter. İyi şeyler asla elden kaçmaz.

Sevgiler,

Baban


John Steinbeck