22 Eylül 2017 Cuma
8 Haziran 2017 Perşembe
Cennetin Rengi / Rang-e khoda
Gözün her şeyi görmeye yettiğini söyleyebilir miyiz?
Cevap "evet" ise bu nedenle midir hayata nasıl ve nereden baktığımızın bir önemi olmaması?
Hayır! Göz her şeyi göremez. Yaşamak istiyorsak ellerimizi cebimizden çıkarıp şu buluta, göğe ve de hayata dokunmak gerekir. Umuda ve sevgiye... Yoksa hep güdük kalır bir yanımız. Muhammed'in elleri göz, kalbi de kirpik tüm film boyunca. Milyarlarca göz onu, yani; tanrıyı göremezken o bunu minik elleriyle başarıyor.
CİVAN ARYA
SİNEMA VE HAYAT
HAZİRAN-2017
7 Haziran 2017 Çarşamba
Nesîmî- Merhaba
MERHABA
Merhabâ hoş geldin ey rûh-i revânım merhabâ
Ey şeker-leb yâr-ı şirîn lâ-mekânım merhabâ
Çün lebin câm-ı Cem oldu nefha-i Rühu'l-Kudüs
Ey cemilim ey cemâlim bahr u kânım merhabâ
Gönlüme hîç senden özge nesne lâyık görmedim
Sûretim aklım ukûlüm cism ü cânım merhabâ
Ey melek sûretli dil-ber cân fedâdır yoluna
Çün dedin lahmike lahmi kana kanım merhabâ
Geldi yârım nâs ile sordu Nesîmî neçesin
Merhabâ hoş geldin ey rûh-i revânım merhabâ
NESÎMÎ
30 Mayıs 2017 Salı
28 Mayıs 2017 Pazar
Bir Gölgenin Ağacı

Bir ağaç...
Bizim Deli Kemal'in ağacı.
Bizim Deli Kemal'in ağacı.
ki gölgesi yüreğimde
Bayrağı olmuş yapraklar
arsız
rüzgârın…
Kaç insanı eskittiğini bilmeden.
Eyninde kaç soluk aldı zaman,
bilmeden…
Güneşe açmış kollarını...
Şu bulutu da geçtiğinde değecek elleri
Tanrı'ya.
az kaldı...
Çoktandır yağmur okşamamıştı tenini.
Önce bunu hatırladı.
Gölgesine hapsolmuş bedenine baktı.
Baktı ve sustu...
Şiirini yalnızlık ve gece emzirmişti.
Bunu da hatırladı.
Nâzım'ı da unutmamıştı.
Saldı köklerini yaşama daha bir inatla...
az kaldı...
Çoktandır yağmur okşamamıştı tenini.
Önce bunu hatırladı.
Gölgesine hapsolmuş bedenine baktı.
Baktı ve sustu...
Şiirini yalnızlık ve gece emzirmişti.
Bunu da hatırladı.
Nâzım'ı da unutmamıştı.
Saldı köklerini yaşama daha bir inatla...
Ne çok şey biriktirmişti bunca yıldır
dilinden anlayabilene..
O,
Geniş zaman yalnızlığı ve şimdiki
zamanının suskunluğu…
Ve ancak bir nokta bitirebilir şiirini hiç başlamadan.
Ve ancak bir nokta bitirebilir şiirini hiç başlamadan.
CİVAN ARYA
MAYIS-2017
ANTALYA
26 Mayıs 2017 Cuma
Rahatı Kaçan Ağaç
Tanıdığım bir ağaç var
Etlik bağlarına yakın
Saadetin adını bile duymamış
Tanrının işine bakın.
Geceyi gündüzü biliyor
Dört mevsimi, rüzgarı, karı
Ay ışığına bayılıyor
Ama kötülemiyor karanlığı.
Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredin.
Melih Cevdet Anday
25 Mayıs 2017 Perşembe
Gri Bir Kedi, Gece ve Yalnızlık

Başını
öne eğmiş, kaldırımdaki çizgilere basmadan yürüyebilmek için çok çaba
sarf ediyordu. Hatta az önce bunlardan birine basmak üzereydi ki göğün gürültüsüyle kendine geldi ve bu yanlıştan kurtulabildi. Gürültü, sadece bununla da
yetinmeyip ağzındaki ıslığın yerine gündelik yaşamın endişe taşıyan
kelimelerini de sıkıştırdı. Eğer bunu söylemeye mecali olsaydı o gün ne denli yorgun
olduğunu da duyabilirdik kendisinden. Yürümeye devam etti. İkinci gürleme daha da
şiddetliydi. Bunun üzerine başını kaldırıp göğe baktı. Kara kara bulutları
çoktan ardında bırakmış bir yağmur damlası, tam da burnunun ucuna kondu. Biraz
sonra yüzünde oluşacak olan gülümseyişin sebebi de buydu.
Bin beş yüz iki kaldırım taşını ardında bıraktıktan sonra
evine varabilmişti nihayet. Bu arada hava biraz soğumuş ve fırtına başlamıştı. Nicedir havasız kalan odaya girince perdeyi çekti, pencereyi açtı ve dibindeki koltuğa bıraktı kendisini. Sanki günün yorgunluğu yetmiyormuş gibi her gün bu
yolu yürüyordu bir de. Dinlendi biraz, bir şeyler atıştırdı sonra. Masanın üzerindeki
faturalara ayın ilk gününe gebe takvim de eklenince sıkıldı canı. Elektrikler de kesileli bir hafta olmuştu.Yatağına girip üzerine battaniyeyi çekti. Pencereden dalgaları izledi bir müddet. (Şu martılar ne
inatçı şey arkadaş. Bari bu havada kesin uçmayı. Gerçi martı onlar. Başka ne bekleyebilirim ki?..) Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra komidinin
üzerinde (yaklaşık bir ay olmuştur) kendisini yirmi ikinci sayfada bekleyen
hikâyeyi okumaya koyuldu. Bir iki sayfadan sonra sıkılıp bıraktı. Birkaç yudum daha aldı kahvesinden. Biraz soğumuştu ama... Buğulanmış camı koluyla sildi. Uzun uzun dışarıdaki yağmuru izledi. Konuşmak istediyse de
kendisinden başka kimse yoktu burada. Vakit akşam olmuş ve cama bulaşmış mavi beyaz lekenin yanına ahengini akşamdan alan yansıması da eklenmişti.Onu fark etti birden. Şimdi iki kişi olmuşlardı. İlkin garipsedi. Birkaç bakış attı. Şimdi hiç kıpırdamıyor ve öylece bakıp duruyorlardı birbirlerine.
Kendine geldiğinde dışarı bakmayı da bıraktı. Rehbere sarıldı hemen. Arayabileceği birkaç kişi vardı. Müsait miydiler
acaba? Olsun, denemeye değerdi. Birkaçını aradıktan sonra değmediğini anlayacaktı. Kimisi
hastaydı, kimisi iş nedeniyle şehir dışındaydı kimisi de aramaya cevap bile vermedi. Ahizeyi hüzünlü bir tonda bıraktı yerine. Gitmiş miydi acaba? Dönüp baktı. Hayır,
yine aynı yerindeydi ve bakmaya devam ediyordu. Bir an
çıldıracağından korktu.
Kalemi alıp bir şeyler karalamak geçti içinden. Öyle de yaptı.
Nicedir yarım kalan şiirlerine göz attı. İlham denen şey, genellikle yağmurlu
havalarda buluyordu kendisini. Ne yapıp ettiyse de tek bir harf bile yazdıramadı kalemine bu defa. Dikkati dağılmıştı bir kere. Sönmekte olan mumu yenisiyle değiştirdi. Duvardaki
Haydarpaşa Garı tablosuna, oradaki balıkçı teknelerine, iskeleye baktı uzun
uzun. Dışarıdakiler yetmiyormuş gibi tablonun içinde de yerini çoktan almıştı
martı efendiler. Bir ara şöyle bir gidip geldiler. Odanın ortasında sesleri
yankılanıp durdu. Ah… Bir rahat bırakmadılar gitti. Mumun ışığı, tablonun
hepsini aydınlatmaya yetmese de sorun değildi. Göremediği yerlerini de
kendisi tamamlıyordu. O kadar dalmıştı ki… Hatta bir ara İstanbul’a bile gidip
geldi. Döndüğünde onu gitmiş bulacaktı.
Bu seyahat iyice yordu onu. Başını tablodan kaldırıp duvardaki saate baktı. Gözleri yelkovanı seçse de
akrebi tam olarak göremediğinden kestiremedi saati. Sanki camdaki buğu, zamana
da işlemişti. Birden radyoyu açmak geldi aklına. Yerini ayarladı, anteni
duvardaki çatlakla aynı hizaya getirdi. O
bunlarla uğraşırken kahve fincanı da çoktan yere düşmüştü. Neyse ki yer halıydı ve kırılmamıştı. Halı batmıştı ama şimdi kim uğraşacaktı ki bununla? Yalnızdı
ve hiçbir mesele bunun kadar mühim olmazdı. Radyonun düğmesine bastı nicedir özlem duyduğu bir ezgiyi duymak umuduyla.
Tüm bedeni kulağa kesmişti şimdi. Hoparlörden çıkan şey odadakinden daha derin
bir sessizlik oldu. Birkaç kez daha denedi. Yine aynı şey oldu. Gözünü muma diktiği
vakit az önce yapmaya çalıştığı şeyin elektriğin olduğu günlerden kalma bir
alışkanlık olduğunu fark etti. Sesi güzel olmasa da bir kez daha bastı düğmeye ve mırıldanmaya başladı. Hatta o kadar kaptırmıştı ki kendisini
bir ara dışarıdaki yağmurun ritmine göre sesi de alçalıp yükseliyordu
Gözkapakları
gecenin yükünü taşıyamayacak kadar ağırlaşmıştı. Birkaç esnemeden sonra eski aşklarını
düşünmeye başladı. Yenileri olacak mıydı? Çok gizemli bir soruydu. Cevabını tanrı bile bilmiyordu. Hayatının
aşkını bulabilmek için bir dakika bile evden çıkmıyordu. Çünkü günün birinde
kapısını çalacak ona şöyle diyecekti: “Biliyorum, yıllardır beni bekleyip
durdun. Sana çok haksızlık yaptım. Affet beni. Benim de işlerim vardı. Yoluna
koymam gereken bir hayatım vardı. Ancak gelebildim.” O da yüzünde geniş bir
gülümse ile baktıktan sonra içeriye alacaktı onu. Eğer o gün elektrik varsa
hemen radyodan klasik müziklerin hiç eksik olmadığı frekansı açıp dansa
duracaklardı. Şayet elektrik yoksa (ki olmayacağını onun kadar siz de
biliyorsunuz) mum ışığında kendi şiirlerini okuyacaktı. Derin bir iç geçirdi.
Birden bu hayallerden sıyrılıp pencereye bakmak istedi. Gitmiş miydi acaba?
Bakacaktı ama ya göz göze gelirlerse? Belki de gitmiştir.
Derin bir nefes alıp yarım bıraktığı düşlerine devam etmek istedi. Kendini
zorlasa da olmuyordu işte. Üstelik bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de üst
kattaki komşularının Homo Saphiens türünün devamı için gösterdikleri anlamlı ve
bir o kadar da sesli çaba iyice dağıttı dikkatini.
Elini
cebine atıp bir dal sigara çekecekti ki hüzünle sigara kullanmadığının farkına
vardı. Küfredecekti ama genelde kendisine küfredildiğinden bu işin raconunu da
bilmiyordu. “Hay aksi” demekle yetindi şimdilik. Son mumu da çay tabağına iyice
sabitledi. Bitmek üzere olan alevi, ritüellerine uygun bir şekilde yeni muma
aktardı. Karanlık ile arasındaki son eylemdi bu. Bir şeyler düşünmek istedi ama
ne düşünebilirdi ki? Kendisinden önce herkes, her şeyi düşünmüştü. Hatta onun
yerine mücadele de etmişlerdi. Ölenler bile olmuştu. Mumun bittiğini
görmektense erkenden uyumayı yeğledi. Son derece akrobatik hareketlerle
battaniyeyi tüm vücudunu saracak şekilde ayarladı. Başını da içine çekti.
Camdaki o şey gitmiş miydi acaba? İyi de şimdiye kadar bu odada yaşayan birisi
olarak belki de bu pencereden binlerce kez bakmıştı denize. Neden daha önceleri
değil de şimdi farkına varmıştı bunun? Tutulacak bir yanını bulamadı bu
sorunun. Neden bugün?
Ayşe,
Hayriye,
Nuriye,
Fikriye derken son demlerini
yaşayan mum, alevini de yitirdi.
Gün,
sabaha durduğu vakit gözlerini araladı. Saate baktı bir müddet. Kendisine
gelince yeniden baktı. Zaman, başını alıp çoktan gitmişti bu evden. Yatağından
fırladığı gibi elbiselerini giydi. Çorabının tekini bulamıyordu bir türlü.
Yolda yeni bir çift alması gerekecekti. Kravatını da takside bağlayacaktı.
Telaşla evden çıktığında ardında üç günlük maması önünde gri bir kedi, kendisini bekleyen soğuk bir gece ve kimliğine sadık bir boşluk bırakmıştı. Bunların yanında olabildiğine dağınık bir salon, susuzluktan güzel olmaya mecâli kalmamış bir krizantem ve duvarlarında denizi taşıyan bir yatak odası bırakmıştı. Hava da yağmurluydu dünkü gibi…
CİVAN ARYA
MAYIS-2017
ANTALYA
5 Mayıs 2017 Cuma
2 Nisan 2017 Pazar
Modernizm: Makine İnsan, Nesne Hayvan, Laboratuvar Çevre
Modernizmin bilim anlayışında, Bacon’dan gelen faydacılık felsefesinin önemli bir yeri vardır. Buna göre bilimin işlevi insanın yoksulluğunu, çaresizliğini azaltmak ve onu yüceltmek olarak tanımlanmaktadır. Bilginin ve bilimin değeri, insanlara ne ölçüde faydalı olduğuna bakarak ölçülmektedir. Çünkü insan ve doğa arasındaki karşıtlık ya da doğanın insanın istek ve gereksinimlerine uygun olarak dönüştürülüp, kontrol altına alınması nesnel ve tarafsız bir bilim anlayışıyla mümkün olacaktır. Ama bu bilgi insan için taraflı olacak, insan evreni kendi yararı doğrultusunda denetlemesinin aracı olma işlevini görecektir.(Şaylan 1999: 2008) Bilime hâkim olan bu anlayış insan yararına olduğu sürece doğaya her türlü müdahaleyi meşru görmüş ve böylece insan ve doğa arasındaki ayrım iyice belirginleşmiştir. Bir dönem doğaya tâbi bir yaşam süren insan için doğa artık yalnızca ona faydalı olduğunca değer kazanmıştır.
Modern insan artık el emeğinden, zahmetten ve toprakla temas etmekten uzaklaşmış, doğanın sadece güzellikleriyle ve estetik hazzıyla değil, zorlukları ve tehlikeleriyle olan doğrudan bağını yitirmiştir (İllich 1978: 12). Descartes’ın zihin ve beden arasında yaptığı katı ayrım insanın mekanik bir varlık olarak algılanmasına sebep olmuştur (Capra 1982: 40). Modernizmin bilim anlayışı içinde insan vücudu çizgileri oylumları, yüzeyleri ve yolları tanıdık olan bir coğrafyaya göre anatomi atlasında tanımlanmış bir alandır (Foucault 1973: 19). Sistem ve iktidar (hastane, hapishane, okul) gibi kurumlarıyla insanı denetim altında almış ve tek tipler halinde biçimlemiştir. Makineleşmiş insan için artık doğa yalnızca küçük bahçelere hapsedilmiş çiçekler ya da hayvanat bahçesine hapsedilmiş hayvanlar anlamına gelmektedir. Ayrıca çiçek satan lüks mağazalar, hayvanları bir meta gibi satılığa çıkaran pet shoplar tüketmeye odaklanmış modern insanın doğayı yalnızca öteki değil bir tüketim malzemesi olarak gördüğünü kanıtlamaktadır. Oysa hayvan ve doğa da insan kadar yaşamın öznesidir ancak insan bu konudaki farkındalığını çoktan kaybetmiş bulunmaktadır.
Tevrat’tan bu yana uygarlık sürecinin ana ilkesi kabul edilen “dünyaya egemen olun ve çoğalın” ilkesi özellikle teknolojik gelişmelerin artmasıyla bir doğa tahribatına, hayvanların nesneleştirilmesine dönüşmüştür (Habermas 2003: 95). Ancak Regan’a göre Tevrat’ın bu söylemi yanlış anlaşılmıştır. O “Kafesler Boşalsın: Hayvan Haklarıyla Yüzleşmek” adlı kitabında bu konudan şöyle bahseder: Tanrı diğer hayvanları da Âdem ve Havva’yı yarattığı gün yaratır. Bu durum aslında bu iki türün akrabalığını asırlar öncesinden haber veren bir durumdur. Tanrı hayvanları bizim kullanımımız için – bizim eğlencemiz, bilimsel merakımız, spor aracımız, hatta yiyeceğimiz olsun- diye yaratmadı. Tanrının bize et olarak yiyin diye belirttiği konu Tevrat’ta şöyle ifade edilir; “ Ve Tanrı dedi, ‘bakın size yer yüzüne tane taşıyan her bitkiyi ve her birinde yeni ağaç verecek tohumu barındıran her ağacı veriyorum bunlar size et olsun.” (Regan 2007: 107) Ancak modernizmin homosentrik yaklaşımı için bu pek bir şey ifade etmez çünkü ampirik bilim anlayışı için hayvan bir deney malzemesi çevre de laboratuar alanıdır ve insan yararına olduğu sürece hayvana ve doğaya her türlü müdahale mübahtır. Modern insan türcüdür, türcülüğün anlamı bir başka türün mensubu oldukları için başkalarına zarar vermektir. (Ryder 1970: 34)
Modern toplum ayrıca dünyayı bir çöplüğe çevirmekte ve kaynaklarını sömürmektedir. Pazar, üretici, yönetici, inşaatçı ve fatih olarak rollerini yerine getirebilmek için dünyanın uygar merkezleri muazzam miktarda çöp üretmekte ve kaynakları tüketmektedir. Şehirlerdeki insanlar şehrin susuzluğunu gidermek için nehirlere kanallar açar ya da yönünü değiştirir: ev yapmak üzere temel kazarken büyük toprak parçalarını yerinden eder ve alet ve makineleri yapmak için metalleri çıkartır. Binalar, köprüler, duvarlar ve gemiler yapmak için dev ormanları yok eder. Yemek pişirmek, ısınmak, maden cevherini eritmek için hep daha fazla yakıta ihtiyaç duyar. Bu faaliyet yalnızca birkaç kuşak sonra ormanları yok edecektir (Weatherford 1994: 223). Ayrıca yalnızca Fast food sanayisinin çevreye verdiği zarar hala insani bir yön taşıyorsanız, ürkütücü boyutlardadır. Bu sanayi, bir kısmı geri kazanılmayacak dev miktarda çöp üretir. Fast food yemeklerinden geriye kalan çer çöp yığınları kırsal bölgelerde kötü görüntüler oluşturmaktadır. Yalnızca McDonald’s restoranlarının her yıl gereksindiği kâğıdı sağlamak için binlerce olmasa bile yüzlerce kilometre kare ormanın kesilmesi gerekiyor. Kısaca Fast food sanayisi de ormanları yutuyor (Ritzer 1998: 192). Modern insanın türcü, homosentrik yaklaşımı tüketim kültürüyle birleştiğinde daha da yıkıcı olmaktadır. İnsan adeta doğaya savaş açmış onu hem tüketmekte hem de kirletmektedir. Avcı toplayıcı toplumların doğa anası artık huzursuzluk evine terk edilmiştir.
Scheurmann’ın ünlü kitabı “Göğü Delen Adam” da bir Somoa yerlisi olan Tuiavii’nin modern insana bakışı anlatılmaktadır. Tuiavii’ye göre modern insanın vazgeçemediği şeyleri vardır. Bu şeyler yüzük, yemek kabı, sineklik gibi kendi elleriyle yaptıkları şeylerdir. Beyaz efendinin Büyük Ruhun yaptığı şeyleri “şey” olarak kabul etmesi mümkün değildir (1997: 44). Somoalılar modern insana papalagi demektedirler. Bunun anlamı ise “göğü delen adam”dır. Göğü delen adam insanın ulaştığı üstün teknolojik ilerlemeye gönderme yapmaktadır. Papalagi vazgeçemediği şeylerini bu teknolojiyle üretmektedir. Ve ona bağımlı bir hale gelmiştir. Tuiavii Büyük Ruh’la doğayı kastetmektedir, ancak insan artık doğanın verdiği şeylerle yetinemez çünkü O artık ona yabancı bir varlıktır.
İnsanın doğayı kendi istek ve gereksinimlerine uygun olarak dönüştürmesi bilim ve bilimin yaşama uygulanması demek olan teknoloji ile gerçekleşmiştir (Şaylan 1999: 199). Bilimin ilerleme fikri doğayı kirleten gürültü yaratan aygıtlı bir teknolojiye dayandırılmıştır (Ross 1991: 66). Evet modern insanın teknolojisi göğü delerek içinden gelen uçaklar yapmayı başarmıştır. Ancak bunu yaparken çevreyi ne kadar ötekileştirdiğinin farkına bile varmamıştır. Örneğin: otomobil kaynaklı atıklar içinde toplumun en fazla üzerinde durduğu şey otomobilin benzinle çalışan içten yanmalı motorundan çıkan atıklardır. Otomobilin arazinin asfalt yollara yaptığı taksim üzerinde pek durulmaz. Asfalt yollar, hem bileşimindeki asfaltın petrol içermesi bakımından kaynak tüketici özelliklere sahiptir hem de toprak tabanının yağmur sularını emme kapasitesinde düşüşe yol açarlar ki bu da sel olayına neden olur. Ayrıca otomobil sayısının artmasıyla yola duyulan ihtiyaç, ormanlık alanların yok edilmesine sebep olmaktadır (Freund-Martin 1993: 49). Mekanik bir yaşama bağımlı olan insan ekosentrizmden egosentrizme doğru bir çizgide ilerlemiştir, O yalnızca doğaya değil kendine de yabancı bir varlık haline gelmiştir.
İllich’e göre arabanın kente verdiği kirlilik, gürültü ve çirkinlik; çarpışma ve pisletme sonucu oluşan zarar; yakılan odun, tüketilen oksijen ve saçılan zehrin çevreyi bozucu etkisi içinde kaybolan modern insan bu dünyaya hapsolmuş yani homo sapiens ömür boyu koğuş sakinine dönüşmüştür (İllich 1981:86). Bunun sonucunda modern dünyanın insanı doğayla arasına koyduğu mesafe ile yalnızca doğayı değil kendisine de öteki olmuştur ve modern sistemin iktidar tahakkümü içerisinde normalleştirdiği, aykırı ve sapkın yönlerinin düzeltildiği bir varlık haline gelmiştir.
Kültür yapıcı bir yetkinliğe sahip olan insan bulunduğu her yere adapte olabilmekte ve bu yeri değiştirip dönüştürebilmektedir. İnsan bu yönüyle günümüz toplumu içinde yayılan, bulunduğu yerin çevresini olabildiğince tüketen bir varlık haline gelmiştir. Ancak dünyanın çevresinin ne kirletilecek havası ne de sömürülecek toprağı kalmıştır. Modernizmin oburluk çağında (Silier 2010) insan doğadan tamamen kopsa da günümüzde modern yaşam içerisinde çevre şartlarına uygun yavaş şehir (slow city) ya da yeni şehir (neo- urbanizm)adı altında yeni yerleşim alanları oluşturmak için çabalayanlar da vardır. Ancak bu şehirler, çevre konusunda geri dönüşü olmayan bir yola giren insanoğluna ne kadar çözüm getirecek bilinmez.
Bütün bu saydıklarımızı yapan insan oysaki önceden doğa anaya bağlı onun verdikleriyle yetinmesini bilen bir varlıktı. Tüm dinlerin öğretileri israf etmeyin diye buyururken uygar insan olabildiğince tüketmeyi ve yok etmeyi yeğledi. Çünkü insan artık kendisine de yabancı bir varlık ve de bir makineydi.
KAYNAKLAR
Best, S. Kellner, D. (1991), Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar, (Çev. Mehmet Küçük), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Capra, F. (1982), Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, ( Çev. Mustafa Armağan), İstanbul: İnsan Yayınları.
Foucault, P. M. (1973), Kliniğin Doğuşu, (Çev. Temel Keşoğlu), İstanbul: Doruk.
Freund, P. Martin, G. (1993), Otomobilin Ekolojisi, (Çev. Gürol Koca), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Habermas, J. (2008), “Mitle Aydınlanmanın Kördüğümü: Max Horkheimer ve Theodor Adorno” , Gotiko sayı, 36, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
İllich, İ. (1981), Sağlığın Gaspı, (Çev. Süha Sertabiboğlu), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
İllich, İ. (1978), İşsizlik Hakkı, (Çev. Deniz Keskin), İstanbul: Yeni İnsan Yayınevi.
Neale, J. (2009), Küresel Isınmayı Durduralım, Dünyayı Değiştirelim, (Çev. Doğan Tarkan), İstanbul: Yordam Kitap Evi.
Regan, T. (2007), Kafesler Boşalsın, Hayvan Haklarıyla Yüzleşmek, İstanbul: İletişim Yayınları.
Richard, R. , “Türcülük” , Birikim, sayı: 195.
Ritzer, G. ( 1998), Toplumun McDonaldlaştırılması, (Çev. Şen Süer Kaya), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Roos, A. (1989), Tuğaf Hava, (Çev. Kamil Durand), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Scheurmann, E. (1977), Göğü Delen Adam, (Çev. Levent Tayla), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Silier Y. (2010), Oburluk Çağı: Felsefe ve Politik Psikoloji Denemeleri, İstanbul: Yordam Kitap Evi.
Şaylan, G. (1999), Postmodernizm, Ankara: İmge Kitap Evi.
Weatherford J. (1994), Vahşiler, Barbarlar Ve Uygarlık, İstanbul: Versus.
15 Şubat 2017 Çarşamba
Mr. Nobody
Gılgamış destanından bu yana arayıp durduğumuz 'ölümsüzlük arayışı' bir nihayete kavuşmuştur. Ölümsüzlük çoktan bulunmuş hatta sıradan bir durum olduğundan gündelik bilincin dışına itilmiştir. Biz de Némo Nobody ile işte böylesi bir dünyaya açarız gözlerimizi. Dev sanal ekranlar, modern kelimesini dahi çoktan eskitmiş mimari yapılar, reklamlar kısacası her şey iç içedir burada. Film de bu sahne ile başlıyor zaten. Uçan kameraların etrafında dönüp durduğu bu tuhaf yaratık Némo'dur yani; ölecek olan son insan. Şovmen, tıpkı mamut ya da dinozor bulmuş bir arkeoloğun sevinci ve heyecanı içinde programı sunmaya devam eder. Şölen havasında devam eden program, yüksek reyting yakalamıştır 7/24 canlı yayın aracılığı ile ölümlü insanı gösterdiği için. O güne değin her şeyi tüketmiş olan insanlık için yeni bir durumdur bu vaka. Herkes, Némo'nun ölmesini bekler. Acımasız bir sahnedir bu. Hatta bir burukluk hissedersiniz yüreğinizde. Robot enkazına dönüşmüş insanlar, ölümü unuttukları gibi insanî değerleri de yitireli çok olmuştur. Némo'nun gözünden kendisine hatta insanlığa yabancılaşmış bir toplum görürüz. Her şey bir robot otomatizmden ibarettir ve duygular çoktan körelmiştir. Anlarız ki film her ne kadar 2092 yılını anlatsa da çerçevesini günümüzden almıştır. Bu nedenle şimdimize yönelik de açık bir eleştiridir. Biraz daha ileri gidecek olursak sanatsal bir distopyadır günümüze ve yarınımıza dair...
Film biraz daha ilerler. Kahramanımızın gazetecilerden birisiyle -Némo, sırf onu başından savmak için kabul etmek zorunda kalır- röportaj yaptığını görürüz. Bizler de bu vesile (flashback) onun geçmişi hakkında bilgi sahibi oluruz. Gazetecinin en ilginç sorularından biri de "aşk, nedir?" Sonra bu soruları"çocukken neler yapardınız?", "çocukluğunuzda dünya nasıldı?" gibi sorular takip ediyor. İnsanların bir zamanlar ki varlıklarına gölge dahi olamadığını anlarız.
Sonra kahramanımız, bizim de başımıza geldiğinde epey zorlanacağımız konular hakkında seçim yapmak zorunda kalır. Yaptığı her seçim bir vazgeçiştir de aslında. Aynı anda devam eden başka zamanlar ve evrenlerde yaptığı ya da yapmadığı seçimlerin nasıl sonuçlar doğurduğuna kahramanın paralel yaşamıyla tanık oluruz.
Mr. Nobody; post-modern bir filmdir. Bu nedenle karşısında tembel, (klasik filmlerden ötürü) hazıra alışmış obez izleyici kitlesi yerine son derece aktif, her saniyesinden anlam çıkarmasını bilen dikkatli bir film okuyucusu istiyor. Filmdeki zaman kırılmaları, iç içe geçmiş mekân ve kurgunun alışılagelmiş boyutun çok ötesinde olması, yine filmde her ihtimalin ele alınıp işleniyor olması (çoğulcuk ilkesi) aynı özelliğin bir parçası.
Özetle; herkesin izlemesi gereken bir film. Başarılı kurgu ve oyunculuğunun yanında müzikleri de son derece güzel. En kısa zamanda izlemenizi tavsiye ederek iyi seyirler diliyorum.
CİVAN ARYA
SİNEMA ÜZERİNE NOTLAR
ŞUBAT 2017
ANTALYA
Sevgilerde

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı
Behçet Necatigil
Kaynak: http://www.necatigil.com/
23 Ocak 2017 Pazartesi
Havada Kar Sesi Var
Öğretmen Erdal bey:
Kış, bu yıl daha bir zor geçiyordu. Tipi,
zalimliğinin doruğunda... Kar, lapa lapa tasvirini ardında bırakacak kadar
haddini aşmıştı. Diğer günlerde de kasvetli havaya sis eşlik ediyordu. Çevre
köylere aç hayvanların indiği, hatta bazı köylülerin hayvanlarını telef ettiği
haberleri sudaki bir halka gibi önce bize sonra da diğer köylere yayılıp
duruyordu. Yine bazı köylerde de mezarları deştiklerini öğrenince durumun vehâmetini
iyice anlamıştık. Üstelik yollar kapalıydı ve dünya ile bağları yitireli iki ay
olmuştu. Önümüz bayram...
İşte bahara hasret kaldığımız bu günlerde
zaman bile donmuştu. Takvim yaprakları da anlamını çoktan yitirmişti. Günler,
karlı çatılarda örselenip dururken sabah erkenden uyanır işlerimizi halleder
sonra da nöbetleşerek devraldığımız sıkılma işi için kahveye giderdik.
Omuzlarımızda yer edinmiş bu yükün ağırlığını paylaşmak gibi gizli bir anlaşma
yapmıştık sanki. Burada akrep ve yelkovana tüm gücümüzle asılır, bir sonraki
mevsime doğru olabildiğince hızlı bir şekilde çeviriyorduk. Eğer başarabilirsek
baharı erkenden getirebilecektik. Ne yaparsak yapalım, olmuyordu. Yeni
yerlerini yadırgayan sakinlerimiz, daha büyük bir özlemle eski semtlerine geri
dönüyor ve daha da küçük adımlarla ilerliyordu. Böylesi anlarda Tarkovski’nin
yönettiği bir filmde sanırdım kendimi. Tüm işi gücü bir avuç insanla sıkılmak
olan, sabırlı bir başrol oyuncusu oluyordum. Acaba bizden başka kim
izlerdi bizi? Bilmiyorum. Dünden kalan memleket meseleleri, bugün de üzerine
eklenen küfürlerle birlikte yarına sarkıyordu. Herkes, kendine bile hayrı
olmayan sobanın başında düşlerine kıyafet biçiyordu. Kimisi komutan dövüyordu,
kimisi de hayırsız bir kardeşin yüzünden kaçırdığı fırsatlara yanıyor, kimisi
de sadece dinliyordu. En çok da komşu köydeki zenginlerin nasıl zengin
olduklarına dair teoriler üretiliyordu. Kahvehane halkının hemfikir olduğu bir
konu varsa o da onların gömü bulma ihtimalleri üzerineydi. Biraz daha romantik
olanlar, gençken seviştiği kızların sayısını sanki bir noterin huzurunda tasdik
edermiş gibi sayıyordu. Ve çoğu da dua ve methiyeler suna suna bitiremedikleri
patronların yanına, yani; İstanbul’a gideceklerini yineleyip duruyordu.
Çekimler bittikten sonra da evlerimize dönüyorduk. Yazın efendilik tasladığımız
doğaya kışın itaat etmek gibi bir çelişkinin adı olmuştuk. Günler böyle gelip
geçerken bayram günü de gelip çattı. O gece erkenden uyanıp bayramlıklarımızı
giydik. Kar ve sisin içinde bayram ziyaretlerini de gerçekleştirdikten sonra
yine yarım bıraktığımız nöbetimize devam etmek için kahvehanede toplanıp eski
bayramların güzelliği üzerine bildiğimiz ne kadar kelime varsa hepsini masaya
döküyorduk. Birden soğuktan kızarmış burnuyla, siyah paltolu bir genç içeri
attı kendini. Telaşlıydı. Selama benzeyen bir şeyler mırıldandıktan sonra sanki
dilinin çözülmesi için sobaya yaklaşması gerekiyordu. Öyle de yaptı. Bu, komşu köyden bizim İlyas'tı.
Hemen kendisine sıcak bir çay getirdi kahveci. Birkaç yudumda bitirdi bardağını.
Bir ulağın görevine yüklediği kutsallıkla haberi önce cümlelere böldü, sonra
cümleleri kelimelere, kelimeleri de harflere... Parça parça verilen haberi
birleştiren köylüler, başta inanmak istemeseler de gerçekten kaçamayacaklarını
bildikleriden usulca başlarını öne eğdi.
Aliş:
O sabah erkenden uyandım. Babamın aylar
öncesinden aldığı pantolonu ve pabuçları sandıktan çıkarıp büyük bir özenle
giydim hemen. Üzerine annemin ördüğü kazağı da giyince köyün en yakışıklısı
olmuştum. Fakirliğimize rağmen bunca masrafı benden esirgememişti ailem. Bayramlaşmaya ilkin babamla başladım. Sonra annemi öptüm. Kaç kere öptüm
bilmiyorum. İçimden ona sarılmak, onu bir daha bırakmamak geliyordu ama yeterince
geç kaldığımızın da farkına vararak evden ayrıldık. Annemin gözlerindeki o
parıltı, buruk bir sevincin kırıntıları olarak kaldı içimde. Camiden çıkıp önce
arkadaşlarımla sonra da yetişebilirsem eğer köyün büyükleriyle beraber ev
ziyaretlerine gidecektim. İkinci ziyaret, gün içinde topladığımız şekerleri iki
ile çarpmak gibi bir amaç taşıyordu. Bu durum, biz çocuklar arasında bir
gelenek halini alalı yıllar olmuştu. Cebimden poşeti çıkardıktan sonra karşıma
çıkan ilk eve doğru yol aldım sisi yara yara. Köyümüz birbirine uzak evlerden
oluşuyordu bunun için her evin arasında geniş geniş boşluklar bulunurdu. Çok
yürüyecektim. Günün sonunda da en çok şekeri toplayarak köyün içinde hava
atacaktım. Torbaya düşen ilk şekerden sonra yüreğimi sıkıştıran ve nereden
geldiğini bir türlü anlayamadığım bir hüzün de içimde birikmeye devam ediyordu.
Bir iki evden sonra dayımların evi karşımdaydı şimdi.
Güllü Hanım:
Sesi halen kulaklarımdadır. Bir nene
deyişi vardı ki… Kapıyı ancak onun kalbinin taşıyabileceği bir heyecanla çalardı
hep. O gün de öyle çaldı yine. Aliş'ti bu. Bizim oğlan... Kapının sesini duyunca
ağır aksak varabildim kapıya. Yaşlılık, bir ceset gibi ayaklarıma dolandığından
soluk soluğa kalmıştım. Karşımdaydı. Bir güneş gibi parlıyordu yüzü. Bu gülüşle
delip geçti sisi. Burnu ve kulakları, kızarmıştı soğuktan. Üşüdüğünü anladım.
Eve aldım hemen. Sobaya yakın bir koltuğa oturttuktan sonra çay dolduğum
bardağı uzattım ona. O, çayını yudumlarken en çok sevdiği tatlılardan da getirdim
ona. Baklavayı pek severdi yavrum. Biraz ısındıktan sonra gitmesi gerektiğini
söyledi. Gitmese olmaz mıydı? Keşke izin vermeseydim hiç. Nereden bilebilirdim
ki? Sıkıca sarıldım ona. Bırakmak nedir bilmiyordum. “Nene, niye ağlıyorsun?”
diye sormuştu. Bu sorunun cevabını şimdi daha iyi biliyorum. Gözlerimdeki yaşı
bir kenara bıraktıktan sonra sıkıca öptüm yavrumu ve annesine selamlarımı
gönderdim.
Aliş:
Evden ayrılırken elektriğin olmadığı uzun
kış gecelerinde nenemin anlattığı masallar, hikâyeler kısacası ona ait efsunlu
sözler için ne denli minnettarlık duyduğumu ansıdım bir an. Elini öptükten
sonra hem harçlığımı almıştım hem de tamı tamına bir avuç şeker vermişti bana.
Çok geç kalmadan diğer arkadaşlarıma yetişmeliydim. Yoksa gün sonundaki
hezimeti kaldıramayacaktım.
Güllü Hanım:
Aliş, yaşı kadar küçük adımlarıyla sisin
içinde silinedururken “gitme oğul” demek istedim. "Gitme…" O an
dilim, lal oldu. Öylece bakakaldım ardından. İçimi bir sıkıntı, yüreğimi de bir
daraltı basmıştı. Biraz sonra buna havanın da neden olabileceği sanrısıyla salona
attım kendimi.
Çerçi Zeko:
Sonradan edinmiş olduğumuz bilgiye göre
Aliş adındaki bu çocuğun diğer çocuklarla beraber şeker toplamak için köyü
gezerken gitmedikleri son bir ev kalmış. Bu evi de ziyaret edip şekerlerini
aldıktan sonra büyüklerin grubuna da katılacak ve böylelikle ikinci şeker
turuna çıkmış olacaklardı. Yoğun sisin altındaki bu eve güç bela varabilmişler.
Nasıl bir cesarettir bu arkadaş? Anlamadım gitti. O sırada evin küçük kızı
Hatice, koyunların yemini vermiş ve başlarında bekliyormuş koyunların. Babası
da gitmeden önce ne olur ne olmaz diye köpeklerin zincirini açmış. Nasılsa
herkes bayram ziyaretini bitirmişti. Bu saatten sonra kimse de gelmezdi
artık. İşte güç bela vardıkları bu evde köpekler saldırmış çocuklara…
Aliş:
Etrafımız bembeyaz bir geceydi. Arkadaşlarım
gibi ben de koşmaya başladım. Nefesim kesilecek gibi oluyordu. Korkuyordum.
Köpekler, yakalarsa beni paramparça edeceklerdi. Diğer çocukları da
bırakıp bana doğru koşuyordu biri. Kalbim, üzerindeki bu yükü kaldırmakta
zorlanıyordu. Her an beni yakalayacağı düşüncesiyle korkum katlanarak
artıyordu. Etrafımdaki hiçbir şeyi göremiyordum. Ne taraftan gelecek onu da
bilmiyordum. Biraz sonra sesler kesildi. Yürek çarpıntısından başka bir şey
duymuyordum. Terlemiştim. Kendime geldiğimde şekerleri biriktirdiğim poşetin
halen elimde olduğunu fark ettim. Bu duruma sevinse miydim yoksa üzülse miydim
bilemedim. Biraz daha soluklandıktan sonra yolumu bulurum umuduyla bilinmezliğe
doğru akıp gitti adımlarım. Bir perdeden diğerine geçiyormuşum gibi hissediyordum
her seferinde. Nereden gelmişti bu şey başıma? Ne yapacağım şimdi ben? Kara
bata çıka ilerlemeye çalışırken terli atletim adeta dağlara işleyen soğuğu bir
sünger gibi emiyordu.
“Annemin ördüğü kazak da olmasa… Neredeyim ben? Ah… Eve bir varsam… Bir daha
dışarı çıkar mıyım hiç?”
Yürümeyi bıraktım, gözlerimi kısıp
etrafımdaki seslere odaklandım bir müddet. Belki de beni aramaya çıkmışlardır
şimdi. Belki de birazdan “Aliş” der biri. Belki de babam... Ah… Öyle bir
sarılırdım ki ona… Hatta bütün şekerlerimi verirdim ona.”
Bir titremedir yapıştı yakama. Acıkmıştım.
Hemen poşetteki şekerlerden birkaç tane yedim. Fazla yememeliydim onları çünkü
akşama evde sayacaktım. Sonra o yıl köyün en çok şeker toplayanı olarak bir
sonraki yıla kadar savaş kazanmış, mağrur bir komutan gibi geçirecektim günlerimi.
Düşünmeyi de bıraktım. Karşıma ancak dibine vardığımda görebildiğim silik silik
ağaçlar çıkıyordu. Ara ara koşuşturan bir şeyler de oluyordu çevremde. Az sonra
bir uluma sesi duydum. Başka uluma sesleri de önce dağlara ardından yüreğime
çarpıp çarpıp durdu.
“Anne…”
Yürümeye devam ettim. Ne olursa olsun
varacaktım eve. Birazdan bir yokuşu çıkarken buldum kendimi. Hayır, bir tepe
olmalıydı bu. (Olabildiğince sessiz yürüyordum) Yoruldum. Yorulmuştum… Kirpiklerim
bedenime ağır gelmeye başlamıştı. Daha önce hiç böylesi bir uykuya
susamamıştım.
Biraz daha yürüdükten sonra karşımdaki
çukura girdim. Sırtımı karın tümseğine dayayıp soluklandım biraz. Göz
kapaklarımda ağırlaşmıştı iyice… Yürümeye hiç mecalim yoktu. Beni
bulacaklarından emindim ama... Şimdi evde olsaydım sobanın başından ayrılmazdım
hiç. Hem de hiç...
“Anne… Anneciğim, sen misin?
Tanrının gördükleridir
Aliş, o çukurda soluklanırken uzun
zamandır yapmaya fırsat bulamadığı çişini bırakırsa eğer ısınacağını akıl etti
birden. Bu fikir sevindirmişti onu. Ayaklarına dolanmış titreme, şimdilik uzak
duruyordu ondan. Sıcaklığın hazzı yüzünde bir tebessüm edecek kadar yer buldu
kendisine. Daha önce hiç bu kadar rahatlamamış olduğunu fark etti. Sırtını
dayadığı tümsek aniden pamuk yumağı oluvermişti. Sonra birden nasıl olduysa
annesi çıkageldi. Artık sis, hepten dağılmıştı.
Aliş’ın gözleri kapandı.
Aliş, gözlerini açtı.
Aliş’ın gözleri kapandı.
Aliş, güç de olsa son kez açabildi gözlerini.
O, gözleri kapandıkça daha da sıkı
sarılıyordu şeker torbasına. Annesini gördüğüne sevinmişti. Çok mutluydu. Zor
da olsa gülümsedi. Annesine sarılırken vücudunun kasıldığını hissetti, ruhuyla
bedeni arasındaki bu gelgit sarstı ağır geldi ona. Olsun yine de annesi ona
oğlum demişti ya, o annesine sarılmıştı ya hiç önemi yoktu bunların. Bir zaman
sonra Aliş'in şeker torbasını sıkı sıkı tutan parmakları kendiliğinden
çözülmeye başladı. Aliş, derin ve tatlı bir uykuya bıraktı kendini. Artık
üşümüyordu.
Muhlis abi:
Günlerce aradık. İlkin aklımıza ayak
izlerini takip etmek geldiyse de akşamına doğru kar yağdığından yapamadık bunu.
Sonra herkes; dört bir yana dağılıp, silahını, lambasını -ne bulduysa artık-
yanına alıp onu aramaya başladı. Neyse ki ikinci gün kesildi kar. Eğer çocuğun
başına bir şey gelmediyse bulabilirdik onu. Yine de zayıf bir ihtimaldi bizim
için; çünkü tehlikeler bir zincir olup ayağından bağlamıştı kaderine bir kere. Babası
en önde biz arkada her yeri aradık. Ertesi gün sis, dağıldı biraz. Yerde fıstık
kabukları, şeker kaplamaları ve yenmemiş birkaç şeker bulduk. Biraz daha ileri
gidince de ayakkabısının tabanına denk geldik. Çaresizliğimizin somut kanıtı olarak
duruyordu karşımızda. Babasını zor sakinleştirebildik. Dört kilometrelik yolu
ardımızda bıraktığımızda ise karşımıza dağın eteklerine tutunmuş Ö... köyü
çıktı. Oradaki köylüler de bizi görünce yardıma geldiler hemen. Dağ taş demeden
her yeri aradık. Üçüncü gündeydik ve umudumuz gittikçe tükeniyordu. Nihayet
köyün su deposuna yakın bir yerden yükselen seslerle sessizliğin kuyusundan
çıkabildik.
Onu… Onu bulmuştuk sonunda. Kapalı
gözleriyle sırtını tümseğe dayamıştı. Bir gülümsemedir yüzünde donup kalmıştı
öylece... Elinde de şeker torbası… Pantolonu buz tutmuştu. Ayakkabısının teki
de yere yığılmış babasının elindeydi. Huzur, katı bir bedende yer edinmişti
kendisine. Çocuk, tüm masumluğuyla karşımızdaydı. Nereden bilebilirdi ki bunun son
gülüşü olduğunu? Aklımızda hep bu haliyle kaldı.
Öğretmen Erdal bey:
Ailesinin feryadı, halen dağlarda yankılanıp
duruyor. O günden sonra çok şey değişti. Artık kahveye uğramaz olduk. Çocuk ve
ölüm arasındaki bağın yanlışlığı üzerine hep beraber susuyorduk. Elimizden
gelen en iyi şey buydu çünkü.
Tüm şevkimiz kırılmış ve baharı da beklemez olmuştuk.
Bazı haberler daha aldım köyden
ayrıldıktan sonra. Bunlardan birisi çocuğun annesi, oğlunun ölümüne bir türlü
inanmamış, inanamamış. Bunca acı, onda deliliğin rengini almış. Şimdi her yerde
onu arayıp duruyormuş. Babası da bir zaman sonra başında kasketi, elleri
ve ayakları olan bir sigara paketine dönüşmüş. Yaz demeden kış demeden evinin
bitişiğindeki taşın üzerinde beklemiş durmuş hep. Zamanla taş ile arasındaki
fark da eriyince kalkınca kimse seçemez olmuş onları
bir daha.
İlyas da üzerine düşen görevi yerine getirdikten sonra geceye karışıp gitmiş.
CİVAN ARYA
2014- 2017
ANTALYA
* Hikaye, Kahramanmaraş yöresine ait bir türküden adını almıştır.
8 Ocak 2017 Pazar
Denize Düşen Yaş*
“Vicdan, insanın içindeki tanırıdır.”
VİCTOR HUGO
Herkes gibi amaçsız bir insan selinin içinde akıp gidiyordum nereye varacağımızı bilmeden. Benim de yaşamı unutturacak sayısız bahanem vardı. Peki, mutlu muydum? O haberden sonra nasıl mutlu olabilirdim ki? Nereden geldiğini anlamadığım bir el, ensemden tutup çıkardı beni içlerinden. Uykum sona etmişti. Gözlerimi açtığımda bir distopyanın kıyısına vurmuştum. Yerde soğuk bir gölge, ardımda vitrinlere yük olduğu her halinden belli olan bir yansıma. Sonra onları da gece aldı elimden. Artık hepten yalnızdım bu şehirde. Zaman da saatleri çoktan terk etmişti.
Rüzgârın bile girmeye cesaret edemeyeceği sokaklardan geçtim. Çöp konteynerinin üzerinden bir diğerine atlarken havada asılı kalan kedileri ağır aksak yürüyüşümle ardımda bıraktığımda falezlere varmıştım. Kayalardan birinin üzerine çıkıp ay ışığı altındaki denize baktım. Başım göğe değdi değecek... Üzerimdeki yük, bedenime ağır geliyordu. Ne bulduysam attım cebimden. İlkin elime zengin olma tutkusu geldi. Sonra patron olacaktım mesela. Ardından güzel bir ev ve de son model bir araba. Tabii, yanımda güzel bir kadın da olacaktı filmlerdeki gibi. Param için sevse de olur (yalnız bunu belli etmemeli). Çocuklarım kolejlerde okuyacaktı. Belki İngiltere’ye gönderirim. Kısacası Amerikan filmlerindeki gibi olacaktı her şey. Caddelerimde onca evsiz varken; her zaman yaşadığım ve hiçbir zaman yaşatmadığım mutluluğu satacaktım dünyaya.
Çağın hastalıları bulaşıcı olduğundan vücudumun tamamı kangrene kesmişti neredeyse. İçimdeki sızıyı biraz da olsa dindirebilmek adına yürümeye devam ettim. Dışarıdaki soğuk, içimdeki yangına iyi geliyordu.Yol üzerindeki apartmanlar, yalnızlığın abideleri olup göğe yükselmişti. Bir iki sokağın daha kaldırımını eskittikten sonra beyaz eşya satan bir dükkanın önünde durdum. Ağzı kanlı spikerin sunduğu savaşı ilk kez durmuş gördüm Ultra HD bir televizyonda. Yüzde on indirimdeymiş. Ekranda cansız bir çocuk bedeni. Son yaşını da denizler almış elinden... Üstelik anlaşmalı banka kartına da vade farksız dokuz taksit. Çocuk, tüm masumluğuyla karaya vurmuş. Anlaşılan yüreklerindeki umut, onları taşıyan bota ağır gelmişti. Mutluluğu ve konforlu yaşamı bir arada sunan, çocukların özgürlüğü hep uçurtmalarında taşıdığı ve de onu almadığımızda hep mutsuz olacağımızın altını dakikalarca çizen rezidans reklamları gelmeden evvel bir şeyler yapmalıydım ama ne?
Siz üstteki paragrafları okumakla meşgulken ben de ne yapacağımı çoktan bulmuştum. Şehirde, ülkede hatta dünyada ne kadar saat varsa hepsini kırmalıydım. Evet, kırmalıydım. Öyle de yaptım sonunda. Oturduğum mahalledeki evlerde, iş yerlerinde ve okullarda ne kadar saat varsa hepsini kırdım. Sonra diğer mahalleler, sokaklar ve de tüm şehir… Eteğimde biriktirdiğim akrep ve yelkovanları denize döktüm. Sarkaçların hepsini susturdum.
Vicdanlarımız, idam ipimiz olmayacak sanmıştım. Ölüme ağıt yakmak yerine kuşların şarkısına eşlik edeceğiz sanmıştım.Yüreklerimiz kıyıya vurmayacak sanmıştım. Artık çocukların ölmeyeceği bir dünyada yaşayacağız sanmıştım. Zamanı durdurabilirsem eğer savaşları da durdurabilirim sanmıştım…
Bense onca sorgulama (yediğim dayağı anca ben bilirim) ve muayeneden sonra garip bir yerde buldum kendimi. Burada doktorlarla beraber bitiriyorum günü. Hep tuhaf tuhaf müzikler dinletiyorlar bize. Geleli üç ay oluyor. Uzun zamandır sakin olduğum için ilk defa pekiştireç verdiler bugün. Şimdi Alan’ın gelmesini bekliyorum. Maçımız var. Geçenlerde çay içmeye geldiğinde söylemişti. Annesi de sıkıca tembihlemiş onu terliyken su içme diye. Acaba kar yağmış mıdır bizim köye? Sonra diğer çocukları da getirecekmiş bugün. Şimdiye yağmıştır çoktan. Yaa, çooook çocuk varmış orada. Gelecek o, biliyorum. Siz de göreceksiniz. Haa, bir de bana öyle tuhaf tuhaf bakmayın. Deli falan değilim ben. Dediklerine göre biraz fazla akıllıymışım (hep gülerek söylüyorlar) Hem ortada bir deli varsa o da sizsiniz. Bakın, dememiş miydim gelecek diye. Geldi işte...
CİVAN
ARYA
ARALIK
2016
ANTALYA
*Sonsuz bir sevgiyle Alan Kurdi'ye ithaf edilmiştir...
Leo Rojas
Müziğe en güzel tanımlardan biridir Leo Rojas'ın sanatı. Ruh ve doğa iç içe... Size düşen ise sadece gözlerinizi kapatıp dinlemek.
Dinlemek için: Chaski
El Condor Pasa
Dinlemek için: Chaski
El Condor Pasa
“Aşk, insanın başına gelebilecek en iyi şeydir”
10 Kasım 1958
Sevgili Thom,
Bu sabah mektubunu aldık. Mektubuna kendi bakış açımdan cevap vereceğim, Elaine de kendi bakış açısından.
İlk olarak, eğer âşıksan bu iyi bir şeydir, hatta bir insanın başına gelecek en iyi şeydir. Sakın bunu küçümsemelerine izin verme.
İkincisi, aşkın çok çeşidi vardır. Biri bencil, cimri, açgözlü, egoist ve aşkı kendini beğenmek için kullanır. Bu aşkın, çirkin ve sakat çeşididir. Diğeri, senin içindeki iyi olan her şeyi dışa vurmanı sağlar. İyilik, itibar ve saygı. Sadece toplumsal saygı meselesi değil, bir başkasını eşsiz ve değerli görebilmeni sağlayan o daha yüce saygıyı da.
İlk çeşidi, seni hasta, küçük ve zayıf yapabilir, ikincisi seni güçlendirir, sahip olduğunu bilmediğin cesareti, iyiliği ve bilgeliği ortaya çıkarmanı sağlayabilir.
Bunun gelip geçici bir gençlik aşkı olmadığını söylüyorsun. Eğer bu kadar yoğun duygular hissediyorsan elbette gençlik aşkı değildir.
Fakat benden sana neler hissettiğini söylememi istemiyorsun diye düşünüyorum. Hissettiklerini, sen herkesten daha iyi biliyorsun. Sana bu konuda ne yapman gerektiğiyle ilgili yardımcı olmamı istiyorsun; bunu yapabilirim.
Öncelikle sonuna kadar hissettiklerinin tadını çıkar, müteşekkir ol ve şükran duy.
Aşkın amacı en iyi ve en güzel amaçtır. Ona ulaşmaya çalış.
Eğer birine âşıksan o kişiye açılmakta bir tehlike yoktur; yalnızca bazı insanların çok çekingen olabileceğini unutmamalısın, bazen ilan-ı aşk ederken bu çekingenliği göz önünde bulundurmak gerekir.
Kızlar senin ne hissettiğini bilmek gibi bir özelliğe sahiplerdir ama yine de hissettiklerinizi duymak isterler.
Bazen hislerine bazı sebepler dolayısıyla karşılık alamazsın; ama bu hissettiklerinin değerini ya da güzelliğini azaltmaz.
Son olarak, senin ne hissettiğini biliyorum, çünkü ben de aynı şeyleri hissediyorum; sen de böyle hissettiğin için memnunum.
Susan’la tanışmayı çok isteriz. Bu görüşmenin planlarını Elaine yapacak, çünkü bu onun uzmanlık alanı; çok da memnun olacaktır. O da aşkı biliyor, belki sana benden daha fazla yardımcı bile olabilir.
Ve sakın kaybetmekten korkma. Eğer doğruysa devam edecektir. Acele etme yeter. İyi şeyler asla elden kaçmaz.
Sevgiler,
Baban
John Steinbeck
Kaydol:
Yorumlar (Atom)


